cash. Portal konusu 1 TEVBE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ TEVBE Suresi Türkçe Okunuşu Tevbe Sûresi Hakkında Tevbe sûresi Medine’de hicretin 9. senesinde nâzil olmuştur. 129 âyettir. En son inen sûrelerden biridir. Mushaf tertîbine göre 9, nüzûl sırasına göre 113. sûredir. Meşhur isimleri “Tevbe” ve “Berâe”dir. “Tevbe”, tevbeyi konu alan 102-118. âyetlerinden alınmıştır. “Berâe” ise “beri olmak, ilişiği kesmek, ihtâr, ültimatom” mânalarına gelir. Sûrenin ilk kelimesinden alınmıştır. Sûre bunlar dışında çeşitli isimlerle de anılmaktadır اَلْمُقَشْقِشَةُ Mukaşkışe Nifak alametlerinden uzaklaştıran, اَلْمُبَعْثِرَةُ Mübasire Münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya seren, اَلْمُث۪يرَةُ Müsîre Gizlilikleri meydana çıkaran, اَلْحَافِرَةُ Hâfire Münafıkların sırlarını eşeleyen, اَلْمُخْزِيَةُ Muhziye Münafıkları rezil rüsvâ eden, اَلْمُنَكِّلَةُ Münekkile Münafıkları cezalandıran. Öyle ki, Huzeyfe bu sûre hakkında “Sizler bu sûreye Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi dışarıda bırakmaksızın hepsini sarsmış ve sorgulamıştır” demiştir. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 172 Tevbe Sûresi Konusu Aslında sûrenin isimleri, onun hangi mevzulardan bahsettiğini de ifade etmektedir. Bu bakımdan sûrenin en önemli konuları, sûrenin nüzûl tarihi itibariyle müşriklerle ve Ehl-i kitapla münâsebetler ve bunlara tatbik edilecek hükümler; Bizans ordusuna karşı çıkılan Tebük seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında yaşanan dikkat çekici hâdiseler; bu süreçte müslümanların ve münafıkların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır. Sûre ayrıca müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, onların İslâm birliğini parçalamak için yaptıkları Mescid-i Dırar’dan bahseder. Sûrenin sonunda ise müminlerin sahip olmaları gereken bazı vasıflar, cihada teşvik, peygamber göndermenin insanlık açısından ehemmiyeti gibi mevzulara temas edilir. Tevbe sûresi, başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Bunun birinci sebebi, Allah Resûlü böyle yapmış olmasıdır. İkinci sebebi şudur Besmele emândır. Bu sûre ise kılıçla ve ahdi bozanlara karşı bir ültimatomla başlamaktadır. Dolayısıyla iki zıt şeyin bir arada bulunması uygun görülmemiştir. Ayrıca müslümanların burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, sahâbe ve tabiin dönemlerinde herhangi bir ictihatla buraya besmele yazılmasına karar vermemeleri, Kur’ân metninin Peygamberimiz’den itibaren en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının açık delillerinden biridir. Tevbe Sûresi Nuzül Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz on üçüncü sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Müfessirler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke’de inmiştir. 113. âyetinin de Mekke’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nâzil olmaya başlayan bu sûrenin Kur’an’ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir rivayet de vardır Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441. İçeriği ve konusuna ilişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi’nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince ve seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine’den Tebük’e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini göstermektedir bk. Esed, I, 343. Aşağıda açıklanacağı üzere sûrenin baş kısmı Tebük Seferi’ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir. Hz. Peygamber Tebük Seferi’nden döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk Mücâhid’den yapılan rivayete göre on üç âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu söyledi Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV, 218. Tevbe Sûresi Fazileti Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır a Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz Elmalılı, IV, 2442-2443. b Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği Derveze, XII, 66 veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı Âlûsî, X, 61 gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır. Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah’ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber’den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179. Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzübesmele okumaksızın kıraate devam edilir. 1. Bu, Allah ve Rasûlü’nden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere bir ültimatomdur! بَرَاۤءَةٌ berâet, dostluk anlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan emânın sona erdirilmesidir. Burada kelimenin özellikle “savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme” şeklindeki siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki terim anlamı geçerlidir. Sûrenin ilk âyeti böyle bir ültimatom ile başlamakta, sonra bunun gerekçesi beyân edilmekte ve bu gerekçe herkese ilan edilmektedir. Hicretin 9. yılında Tebük seferinden döndükten sonra Resûl-i Ekrem Hz. Ebûbekir’i hac emîri olarak vazifelendirdi. Hz. Ebubekir, beraberindeki müslümanlarla birlikte hareket ettikten sonra bu sûrenin başında yer alan âyetler nâzil oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gelen bu ilâhî tâlimatları hacda toplanan insanlara tebliğ etmek üzere Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitab etti. Kendisinin Peygamber elçisi olduğunu bildirdikten sonra sûrenin başından 30 kadar âyeti okudu. Şu dört hususu özellikle vurguladı Bu seneden sonra Kâbe’ye hiç bir müşrik yaklaşmayacak, Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecek, Müminlerden başkası cennete giremeyecek, Müşrik kabîleler tarafından bozulmamış antlaşmalar, anlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacaktır. Tirmizî, Tefsir 9/7; Nesâî, Menâsik 161; Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 82-86 Müşriklere gösterilen yol şudur 2. Ey müşrikler! Bu günden itibaren yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi dolaşın, sığınacak yer arayın. Fakat bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Allah kâfirleri elbette rezil rüsvâ edecektir. Kendilerine ültimatom verilen müşriklere, başlarının çaresine bakmaları, düşünüp taşınmaları ve gerekli hazırlıkları yapabilmeleri için dört ay emniyet içinde dolaşma müsaadesi verilmiştir. Çünkü Arapça’da اَلسِّيَاحَةُ siyahât, sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü tedbiri alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir. Âyetin devamındaki, “müşriklerin Allah’ın kudretinden asla kurtulamayacakları ve Allah’ın inkârcıları rüsvâ edeceği” ikazı, müşriklerin bu arayışlarında başarılı olamayacaklarını ve neticede perişan olacaklarını açıkça haber vermekte, onları gittikleri yanlış yoldan dönmeye çağırmaktadır. Onlara şu hususlar hatırlatılmaktadır Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamayacaklardır. Eski tavırlarında ısrar eder ve Kabe’nin çevresinde varlıklarını ve hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırlarsa müslümanlara karşı savaş açmış sayılacaklar ve bunun sonuçlarına katlanacaklardır. Kendilerine bu şekilde süre verilmesinin sebebi acizlik değil, onlara düşünüp taşınma ve tevbe etme imkânı sağlamaktır. Değilse onların Allah’ın iradesini aşmaları, O’nu âciz bırakmaları mümkün değildir. Böyle yaparlarsa kesinlikle rezil rüsvâ olacaklardır. Bu sebeple müşrikler, kurtuluş için tevbe ve imana çağrılmaktadır 3. Şu da büyük hac gününde Allah ve Rasûlü’nden bütün insanlara yapılmış bir duyurudur Artık bundan böyle Allah’ın ve Rasûlü’nün müşriklerle hiçbir alakası kalmamıştır. Fakat ey müşrikler, eğer tevbe edip mevcut tutumunuzdan vazgeçerseniz bu elbette sizin için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Rasûlüm! Kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele! Hacc-ı Ekber günü, Arefe veya bayramın birinci günüdür. Bayramın birinci günü olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü ziyaret tavafı, kurban kesmek, şeytan taşlamak gibi haccın önemli menâsiki bu günde yapılır. bk. Buhârî, Hac 132; Ebû Dâvûd, Menâsik 66 İşte bu günde Peygamberimiz’in elçisi Hz. Ali tarafından mü’min veya kâfir bütün insanlara yapılan duyurulardan biri de şudur Allah da Peygamberi de bütün müşriklerden beridir, uzaktır, aralarında hiçbir sevgi ve dostluk bağı yoktur. Tevbe edip küfür ve şirkten uzaklaşanlar kendi istikballeri için en hayırlı bir işi yapmış olacaklardır. Tevbeden, imandan yüz çevirenler ise kendi elleriyle kendi istikballerini karartmış olacaklardır. Çünkü hiç kimsenin -haşa- Allah’ı aciz bırakması, yapmak istediği bir işten onu engellemesi mümkün değildir. Vasfı bu olan Allah, kâfirleri can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermektedir. O halde aklı olan herkesin kendini bu ebedî azaptan korumaya çalışması gerekir. Anlaşmalarının gereğini yapan müşriklere gelince 4. Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız müşrikler, şâyet anlaşma şartlarını tamâmen yerine getirir, size karşı hiçbir menfî harekette bulunmadıkları gibi, aleyhinizde kimseye arka da çıkmazlarsa, onlarla yaptığınız anlaşmalara süreleri doluncaya kadar riayet edin. Şüphesiz ki Allah, sözünde durup haksızlıktan sakınanları sever. Kendileriyle anlaşma yapılan müşriklerden bir kısmı bu anlaşmayı bozdular. Bazıları ise anlaşmalarına sadık kaldılar; anlaşma şartlarından hiçbirine riâyetsizlik etmediler. müslümanlara doğrudan doğruya bir zarar vermedikleri gibi, onların düşmanlarına da hiçbir şekilde arka çıkmadılar ve destek vermediler. Âyet-i kerîme müşriklerden bu iki grubu birbirinden ayırmaktadır. Anlaşmalarını bozanlara duyurunun yapıldığı tarihten itibaren sadece dört aylık bir süre tanıdığı halde, anlaşmalarına sadık kalanlara, anlaşma yapılırken belirlenen sürenin sonuna kadar beklemeyi emretmektedir. Anlaşma şartlarına uymayı takvânın bir gereği saydığı gibi, karşı taraf müşrik bile olsa ahdine vefa gösterenle gaddarlık edeni eşit seviyede tutmanın takvâya aykırı olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Kinâne oğullarının bir kolu ile yapılan anlaşmanın henüz dokuz ay kadar daha süresi vardı ve müslümanlar bu sürenin dolmasını beklemişlerdir. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 178 Anlaşmayı bozup bozmamalarına göre gerekli süre dolduğunda müşriklere nasıl muamele edilmelidir 5. O haram aylar sona erince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, esir edin, geçebilecekleri bütün yolları ve geçitleri tutup kendilerini kontrol altında bulundurun. Eğer şirkten vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Âyette bahsedilen Haram aylardan maksat, anlaşmalarını bozan müşriklere tanınan dört aylık süre ile bozmayanlara tanınan anlaşmalarının sona erdiği vakte kadar olan süredir. Bu süre tamamlandığında müşriklere tatbik edilecek muameleler şöyle beyân edilir › Bulduğunuz yerde onları öldürün. › Onları yakalayın. › Onları esir edin, muhasara altına alın. Onların sizin yurdunuzda tasarrufta bulunmalarını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin. › Onların geçip kaçabilecekleri, ev ve iş yerlerine gidebilecekleri veya gafil yakalanabilecekleri bütün geçit yerlerini tutun; onları gözaltında bulundurun. Demek ki, yakalayıp esir alma imkânı varsa hemen öldürmeye teşebbüs etmemek gerekmektedir. Öldürürken de, İslâm’ın bu konuda öğrettiği gibi en uygun bir şekilde yani müsle yapmadan, elini kolunu bağlayıp nişan almadan ve işkence etmeden öldürmek gerekir. Nitekim Resûl-i Ekrem şöyle buyurur “Öldürme yönünden insanların en iffetlisi, iman ehli kimselerdir.” Ebû Dâvûd, Cihad 110 “Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün.” Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Diyât 14 Ancak şirkten tevbe edip, bu tevbesinde samimi olduğunu göstermek üzere namazı kılan ve zekâtı verenleri; yani hem itikat hem de amel bakımından İslâm’ı tam olarak benimseyenleri serbest bırakmak, önlerindeki engelleri kaldırmak, yukarıda öngörülen cezalardan hiçbirini uygulamamak emredilmiştir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır; tevbe ettikleri takdirde onların daha önceki şirk, küfür ve yaptıkları zulümleri bağışlar. Çok merhametlidir; bundan böyle yapacakları taat ve ibâdetlere de bol bol mükafât verir. Anlaşılan o ki Tevbe sûresinin başında yer alan ve müşriklere yönelik çok ciddi uyarılar ihtiva eden bu âyetlerle beraber İslâm’ı tebliğ ve müşriklerle münâsebet açısından yepyeni bir dönem başlamıştır. Artık ilâhî irade Beytullah ve çevresinin putperest unsurlardan tamamen temizlenmesini istemektedir. Buradan “müşriklerin bulundukları yerde öldürülmeleri” hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun için son derece ciddi bir temizlik faaliyeti öngörülmektedir. Nitekim bu sûrenin 28. âyetinde bu husus daha açık bir ifade ile beyân buyrulur “Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için artık bu yıldan hicrî 9 sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!” Bu sebeple o bölgede yaşayan anlaşmalı anlaşmasız bütün müşriklere iki yoldan birini tercih hakkı tanınmıştır Ya tevbe edip İslâm’a girmek, Veya ölüm ve esareti tercih etmek. Çünkü Ehl-i kitapta olduğu gibi müşriklerden cizye kabul edilmemektedir. Ancak aşağıda gelen âyette üçüncü bir yoldan bahsedilir 6. Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isterse ona bu hakkı ver; ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra da onu kendini güvende hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştır. Çünkü onlar, cehâlet içinde yüzen bir topluluktur. Bu yol, müşriklerden herhangi birinin gelip müslümanlardan emân dilemesi; sığınma hakkı ve güvence istemesidir. Bu durumda Cenâb-ı Hak, Allah’ın kelamını işitip, dini daha yakından tanıyarak hidâyete erme ihtimaline binâen onlara güvence verilmesini istemektedir. Verilecek bu güvence her türlü baskı ve kaygı ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olmalıdır. Böylece o kişi hiçbir baskı ve zorlama altında tutulmaksızın, gönül rahatlığıyla Allah’ın kelâmını dinleme ve İslâm’ı tanıma imkânı bulacaktır. Sağlanan bu imkânlara rağmen İslâm’a girmezse, sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, kendini güvende hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştırılacaktır. İslâm’ın mâhiyetini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu safhadan sonra bu kimseler artık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya müşriklerin bulunması yasaklanan kutsal bölgeyi terk edecekler veya müslümanlara savaş ilan etmiş sayılacaklardır. Bu âyetten, müslümanların, kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile olsa, Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed peygamberliği konusunda delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah’ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle mesul oldukları neticesi çıkmaktadır. Yine bu âyetten ve bunun tefsiri mâhiyetindeki Resûlullah’ın söz ve tatbikatlarından, ister İslâm dinini yakından tanıma maksadıyla isterse ticaret, ziyaret veya diplomatik bir maksatla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2459 Ancak hak-hukuk tanımayan, kanun kural dinlemeyenlere karşı uyanık davranmak da imanın bir gereğidir 7. Verdikleri sözü her fırsatta çiğneyen o müşriklerin Allah’ın yanında ve Peygamber’in yanında geçerli ve güvenilir nasıl bir anlaşması olabilir ki? Ancak Mescid-i Harâm’ın yanında kendileriyle anlaşma yaptığınız kimseler hâriç. Onlar size dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, anlaşmalarına vefâ gösterip haksızlıktan sakınanları sever. Anlaşmalarını bozan ve şartlarına riâyet etmeyen müşriklerin ne Allah katında ne de Resûlullah yanında gözetilmesi gereken bir ahitleri vardır. Bu halleriyle ne âhiret azabından ne de dünyada başlarına gelecek savaş ve öldürülme gibi musibetlerden emin olabilirler. Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle anlaşma yaptığınız kimseler bunun dışındadır. Bunların, Allah Resûlü kendileriyle Hudeybiye’de antlaşma yaptığı Kinâne oğullarından Benî Bekir kabilesi olduğu rivayet edilir. bk. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 106 Onlar anlaşmayı bozmadıkları ve müslümanlara dürüst davrandıkları müddetçe, müslümanlar da onlara dürüst davranmakla emrolunmuşlardır. Çünkü anlaşmaların gereğini yerine getirmek ve onları bozmaktan sakınmak takvânın önemli bir boyutudur. Hiçbir hak hukuk tanımayan kâfirlere gelince 8. Onların sözlerine nasıl güvenilebilir ki? Eğer size üstünlük sağlayacak olsalar, hakkınızda ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizi memnun etmeye çalışırlar; fakat kalpleri aksi istikâmette atar. Çünkü onların çoğu, yoldan çıkmış hak-hukuk tanımaz kimselerdir. 9. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir ücret karşılığı sattılar da, böylece kendileri Allah yolundan uzaklaştıkları gibi, başkalarını da o yoldan alıkoymaya çalıştılar. Gerçekten onlar ne fenâ işler çeviriyorlar! 10. Onlar, bir mü’min hakkında ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Onlar, işte böyle sınır tanımaz saldırgan kimselerdir. Allah katında en kötü varlıklar olan kâfirlerin, Allah ve Peygamber düşmanlarının ortak bir özelliği vardır Bu da, fırsat bulunca bütün kuvvet ve imkânlarıyla mü’minlere düşmanlık yapmaktır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur “Eğer kâfirler sizi ele geçirecek olsalar, size karşı acımasız bir düşman kesilirler, ellerini ve dillerini size fenâlık yapmak için uzatırlar ve sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı cân ü gönülden isterler.” Mümtehene 60/2 Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minleri, müşriklerle olan münâsebetlerinde dikkatli ve uyanık olmaya davet etmekte, onların hâkimiyeti ele geçirmelerine fırsat vermemelerini istemektedir. Çünkü hâkimiyeti ele geçirdiklerinde yapacakları şey bellidir. Bunlar mü’minlerle alakalı hiçbir yemini ve hiçbir anlaşmayı tanımazlar, hiçbir hukuka riâyet etmezler. Bu bakımdan, kalpleri onaylamadığı halde, sadece ağızlarıyla geveledikleri hoşnut edici sözlere; dostluk, insanlık ve insaftan bahseden palavralara da aldanmamak gerekir. Zira ağızlarından çıkan söz gönüllerindeki niyetlerle taban tabana zıttır. Yaptıkları dostluk değil, iki yüzlülüktür. Onların pek çoğu fâsıktır; ahdini bozmuş, taati terk etmiş, günahkâr, utanmaz ve arlanmaz kimselerdir. Bunlar Allah’ın âyetlerini, geçici dünya menfaatleri karşılığında satarlar ve çeşitli entrikalarla insanları Allah yolundan; Kâbe’ye gelmekten, İslâm’a girmekten, ibâdet ve taatten engellemeye çalışırlar. İslâm toplumuna karşı olduğu gibi, mü’minlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı, yemin ve ahdi dikkate almazlar. Gerçekten bunlar haddi aşan, saldırgan, hak hukuk tanımayan ve hiçbir zaman haksızlıktan geri durmayan kimselerdir. Ancak nihayetsiz merhamet sahibi Rabbimiz, tevbe ve hidâyet kapısını sürekli açık tutmaktadır Son düzenleme 26 Ocak 2020 2 11. Her şeye rağmen eğer tevbe edip yaptıklarından vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, bu takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Biz, bilip anlayacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz. 12. Sizinle anlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dîninize dil uzatmaya kalkışırlarsa, o zaman küfrün elebaşlarıyla sonuna kadar savaşın. Çünkü onların yaptıkları anlaşmaların, ettikleri yeminlerin hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Belki böylece azgınlıklarından vazgeçerler. Bütün bu kötülüklerine rağmen eğer tevbe edip küfür ve şirkten vazgeçer ve inanmışlığın bir göstergesi olarak namazı kılıp zekâtı verirlerse, müslümanların din kardeşleri olurlar. İman kardeşliğinin gerektirdiği tüm haklardan istifade eder ve tüm sorumluluklarını yerine getirirler. Mü’minlerin lehine olan onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olur. Görüldüğü üzere merhameti sonsuz olan Rabbimiz, hangi derecede bir günahkârlık içinde bulunursa bulunsun, bütün kullarına tevbe kapısını açık tutmakta ve her fırsatta o kapıdan içeri girmeye davet etmektedir. Fakat bunlar hakka dönüş fırsatını değerlendiremez, aksine, anlaşmalarını bozdukları gibi yeminlerini de bozar, bununla da yetinmeyip İslâm dinine saldırır, sövmeye kalkışır, ayıplar ve küçük düşürmeye yeltenirlerse yapılacak tek şey onlara haddini bildirmektir. Artık küfrün elebaşı, önderi, lideri konumuna gelmiş bu şerefsizlerle ölümüne vuruşmak ve kellelerini uçurmak gerekir. Yalnız savaştan maksat, sırf yakıp yıkmak, yok etmek, eziyet edip öldürmek değil, onları ve onlar gibileri küfürden, dine saldırmaktan ve anlaşmaları bozmaktan vazgeçirmek olmalıdır. Bu gibilerle savaşmak artık zaruret halini almıştır 13. Siz, yeminlerini bozan ve Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kesin olarak azmeden bir toplulukla savaşmaz mısınız? Kaldı ki, savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuştu. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minseniz, kendisinden asıl çekinip korkulacak olan Allah’tır. 14. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsvâ etsin, onlara karşı size yardım ve zafer ihsân buyursun, baskı ve zulüm altında inleyen mü’min toplulukların gönüllerini ferahlatsın! 15. Hem mü’minlerin kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin! Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder. Allah her şeyi bilendir, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. Burada müslümanlar, din düşmanlarıyla olan bir kısım kan ve akrabalık bağlarını, dünyevi menfaatlerini bir tarafa bırakarak sebat ve azimle Allah yolunda savaşmaya ve mücadeleye teşvik edilmektedir. Bu âyetler aynı zamanda İslâm’a göre bir topluma veya devlete savaş açmanın gerekçelerini, müslümanların savaştan uzak durmalarına sebep olacak zaafiyetleri ve savaştan beklenen hedefleri beyân eder. Müslümanların bir topluma veya devlete savaş açmalarının gerekçeleri Onların anlaşmalarını ve yeminlerini bozmaları; Peygamberi yurdundan çıkarmaya kesinlikle azmetmeleri; savaşı ilk olarak başlatanların bizzat kendilerinin olmasıdır. Müslümanların savaştan uzak durmalarına sebep olacak zaafiyetleri; Allah’tan değil düşmandan korkmaları, öldürülmekten ve bir kısım menfaatlerinin elden gitmesinden endişe etmeleridir. Dünyayı âhirete tercih etmeleridir. Halbuki inananlar için en çok korkulması gereken elbette ki Allah’tır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede “Dünya hayatını verip âhireti almak isteyen samimi mü’minler Allah yolunda savaşsınlar!” Nisâ 4/74 buyrulur. Savaştan beklenen hedefler ise şöyle beyân edilir › Ahdini bozan, hak hukuk tanımayan suçlu ve saldırganları hak ettikleri cezaya çarptırmak. Fakat bu cezalandırma sadece bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler, ilâhî azabı hak etmiş olan bir topluma, o azabın tatbikiyle vazifeli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve gereksiz işkencelerden sakınmalıdırlar. Böylece yaptıkları iş kendi işleri olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline dönüşecek; “Onları savaşta siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz; onları Allah öldürdü. Rasûlüm! Düşmana bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın; Allah attı” Enfâl 8/17 sırrı tahakkuk edecektir. › Saldırganları zelil ve perişan edip, bir daha başkaldıramaz hâle getirmek. Bu da ancak Allah adına yapılan bir zelil kılma olduğu takdirde gerçek hedefine ulaşmış olacaktır. › Allah’ın kâfirler karşısında mü’minlere nasıl yardım ettiğini; onların şan ve şereflerini nasıl yücelttiğini ortaya çıkarmak. Savaştan esas gaye de zaten bu ilâhî yardıma kavuşmaktır. Değilse bir taraftan düşmanlar zillete düşmekle beraber, diğer taraftan müminler de bir afete uğrayacak olursa savaştan beklenen fayda sağlanmamış ve hedef gerçekleşmemiş olur. › Senelerdir kâfirlerin her türlü eziyet ve baskısı altında ezilmiş ve acı çekmiş olan müslümanların gönüllerine su serpip ferahlık vermek. › Hakkın yerini bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki, galiplerin başına daha büyük dertler açabilir. Galip tarafın gönlünü okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkelerin devreye girmesine sebep olabilir. 15. âyetteki “Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder” ifadesi, savaştan beklenen hedeflere ayrı bir ufuk kazandırmaktadır. Kâfirler hep küfür üzere kalacak değillerdir; içlerinden nice hidâyete erecek talihliler vardır. İşte savaş esnâsında harbin acısını ve Allah’a iman edenlerin zaferini yakından gören bir kısım kâfirler, intibaha gelecek, küfür ve günahlarından tevbe edip İslâm’a döneceklerdir. Mekke’nin fethinde bunun çok açık bir misâli yaşanmıştır. Diğer taraftan böyle bir savaşın müminler üzerinde de büyük bir terbiyevî tesiri vardır. Savaş onların da imanlarını kuvvetlendirecek, hakka bağlılıklarını artıracak, insanlık gereği işlemiş oldukları günahlardan tevbe edip temizlenmelerine vesile olacaktır. Ancak, “iman ettim” sözü ispatlanması gereken bir iddiadır. Bunun ispatlanması gerekir 16. Yoksa siz, Cenâb-ı Hak içinizden cihâd edenlerle Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadıkça öyle kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır. Bunu ispatlayacak en güçlü deliller şunlardır › Allah yolunda cihâd etmek, › Allah için candan ve maldan fedakârlık yapmak, › Allah’ın, Peygamber’in ve mü’minlerin dostluğu ile yetinip bunların dışında kimseyi dost ve sırdaş edinmemek, › Müslümanların sırlarını düşmanlarına sızdırmamak. Ancak böyle samimi tutum ve davranışlarla küfrün en ince izlerinden dahi kurtulup, Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyet içinde secdeye kapanacak bir kulluk kıvamına yücelmek mümkün olabilecektir 17. O müşrikler, küfür içinde bulunduklarına söz ve eylemleriyle bizzat kendileri şâhit olup dururken, Allah’ın mescitlerini îmâr etmeleri tasavvur olunamaz. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar cehennem ateşinin içinde ebedî kalacaklardır. “Allah’ın mescitlerini imar” maddî ve manevî olmak üzere iki yönlüdür Maddî imar; mescitlerin fizikî olarak binâlarını inşa etmek, sonra da onların bakım, onarım ve temizliğini sağlamaktır. Harap olup kullanılmayacak hale gelmelerini engelleyecek tüm faaliyetleri devam ettirmektir. Resûl-i Ekrem şöyle buyurur “Kim Allah için bir mescit binâ ederse, Allah da onun için cennette bir köşk binâ eder.” Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24 Resûlullah büyük bir tevâzû ile Allah için yapılabilecek her işe koşmuştur. Bir devlet başkanı olduğu hâlde Mescid-i Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır. O bir taraftan kerpiçleri taşırken, bir yandan da هذَا الْحِمَالُ لاَ حِمَالَ خَيْبَرْ هـذَا أَبَـرُّ رَبـَّنَا وَأَطْهَرْ “Bu yük Hayber yükü değildir. Ey Rabbimiz! Bu, senin katında daha kalıcı, daha iyi ve daha temiz bir iştir.” buyurmuştur. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45 Bir diğer rivayete göre mescidin inşâsı esnâsında, toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na “−Ey Allah’ın Rasûlü! Müsaade buyurun, kerpicinizi ben taşıyayım!” dedi. Efendimiz ise cevâben “−Sen git, başka bir tane al! Zira sen Allah’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333 Mescid-i Nebevî yapılırken, herkes kerpiçleri birer birer taşıyor, Ammar b. Yâsir ise, biri kendisi, diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Resûlü onu gördü, tozlarını silkeledi ve “−Ey Ammar! Sen kerpiçleri niçin arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da “−Allah’tan, bunun ecrini bekliyorum!” dedi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz onun sırtını sıvazladı ve “−Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 91; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 256 Manevî imar ise onların içinde Allah rızâsı için ibâdet edilmesi; namaz kılmak, zikretmek, Kur’an okumak, ilim öğrenmek gibi hayırlı ve faziletli amellerin yapılması; orada bu hizmetleri yürütecek liyakatli hocaların yetiştirilmesi ve mescitlerin, yapılış gayelerine uygun olmayan her türlü faaliyetten uzak tutulmasıdır. Nitekim Beytullâh’ı ziyaret etmeye “imâr”la aynı kökten gelen “umre” adı verilir. Gönlü mescitlere bağlı olan, oraya çokça gidip gelenlere de عُمَّارُ الْمَسَاجِدِ ummâru’l-mesâcid denilir. Allah Resûlü mescitleri manen imâra teşvik eden hadis-i şeriflerinden birinde şöyle buyurur “Bir adamı mescitlere devam ediyor gördünüz mü onun mü’min olduğuna şâhitlik edin.” Tirmizî, Tefsir 9/8; İbn Mâce, Mesâcid 19 Bir kudsî hadiste de Rabbimiz şöyle buyurur “Yeryüzünde benim evlerim mescitlerdir ve oralardaki benim ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. Ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde ziyaret eder. Ziyaretçisine ikramda bulunmak ise ziyaret edilen üzerine bir vazîfedir.” Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, VII, 20740 Buna göre Allah’ın birliğine inanmayan, âhiretin varlığını kabul etmeyen, bütün hal ve hareketleri kâfir olduklarını açıkça gösteren müşriklerin, sadece Allah’a kulluk için yapılması gereken mescitleri imar etmeleri, akıl ve mantık itibariyle de olacak şey değildir. O mübârek mekanları boş lakırdılardan bile korumak gerekirken, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle dursun, en küçük bir günahın yaklaştırılması bile o mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin imar adına yaptıkları şeylerin imar olarak vasıflandırılması mümkün değildir. Küfür ve şirkten tevbe etmedikleri müddetçe bu yaptıklarından hiçbir fayda göremeyecek ve ebedî kalmak üzere cehenneme gireceklerdir. O halde Allah’ın mescitlerini hangi vasıftaki insanlar imar edeceklerdir? Bu süâlin cevâbı bir sonraki âyette verilmektedir 18. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmâr edebilir. Doğru yola ermiş olmaları umulanlar işte bunlardır. Allah’ın mescitlerini ancak şu mühim vasıfları üzerinde taşıyan hakiki mü’minler imar edebilirler Birincisi; Allah’a iman eden Allah’a imanı olmayan bir kişinin mescitle ve ibâdetle ne alakası olabilir? İkincisi; âhiret gününe iman eden Yeniden diriltileceğine, hayatının hesabını bir başkasına değil bizzat Yaratanına vereceğine, amellerinin hassas terâzilerde zerre miktarına göre tartılıp değerlendirileceğine, cennet veya cehennemin kaçınılmaz iki sondan biri olduğuna inanmayan kişinin de sırf ibâdet kastıyla mescitlere ihtimam göstermesi olacak şey değildir. Bunun için âhirete îkan derecesinde bir iman gerekir. Üçüncüsü; namazı dosdoğru kılan Zira mescitlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescit yapmak ihtiyacını da hissetmeyecekler, üstelik mescitlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep olacaklardır. Günde beş vakit câmilerde cemaate devam etmenin belli başlı faydalarını ehlullâh şöyle sıralamıştır Allah’ın câmilere lutfettiği feyiz ve bereketten istifade ile mü’minin gönlünde ictimâîleşme şuurunun kökleşmesi, Namazları en makbul zamanda, yâni ilk vaktinde kılmak, Meleklerin dua, istiğfar ve şâhitliğine mazhar olmak, Şeytandan uzaklaşmak, İftitâh tekbirine yetişerek büyük bir ecre nâil olmak, Ameldeki nifak sıfatından arınmak, Toplu yapılan dua ve zikirlerin feyzinden istifade etmek, Müslümanlar arasındaki ülfetin devamını sağlamak, Tâat ve ibâdet husûsunda yardımlaşmak, Sesli okunan namazlarda tilâvet ahkâmına alışmak ve öğrenmek, Namazı kâmilen ve huzurlu bir şekilde edâ edebilmek. Bu sebeple İslâm, namazların camide cemaatle kılınmasını, böylece hem camilerin hem de ruhların imarını teşvik etmiştir. Dördüncüsü; zekâtı veren Farz olan zekât borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescit bina etmeleri veya mescitleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenecek bir hareket değildir. Beşincisi; Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, sadece Allah’tan korkan Allah’ın emirlerini yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku sebebiyle Allah rızâsı için yapacağı hayırlı işlerden vazgeçmeyen, nefsânî menfaatleri ile Allah’ın hakkı çatıştığı zaman Allah’ın hakkını üstün tutan, ilâhî buyrukları yapmak için kınayanların kınamasından çekinmeyen ve bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan korkmayan, hâsılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan kimseler mescitleri imar ederler. İşte bu vasıftaki mü’minler hem Allah’ın mescitlerini yaparlar hem de namazıyla, zekâtıyla, zikriyle, istiğfarıyla orada Allah’a güzel güzel kulluk yaparak, hidâyete erenlerden olmak üzere bütün güçleriyle çalışıp çabalarlar. Çünkü onlar, zayıf iradeler ve az gayretlerle sarp yokuşların aşılamayacağını çok iyi bilirler. Şu bir gerçek ki, iman olmadan âhirette hiçbir amelin faydası olmayacaktır 19. Yoksa siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Harâm’ın bakım ve onarımını üstlenme gibi hizmetleri, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihâd eden kimselerin yaptığı işlerle bir mi tutuyorsunuz? Bu iki grup Allah yanında elbette eşit değildir. Allah böyle zâlimlere doğru yolu göstermez. İman olmaksızın hacılara su dağıtmanın, Mescid-i Haram’ın onarımını üstlenmenin veya buna benzer işler yapmanın hiçbir değeri olmadığı 17. ayette belirtildi. Dolayısıyla bu tür imana dayalı olmayan faaliyetleri, Allah’a ve âhirete iman ve Allah yolunda cihad gibi fevkalade faziletli amellerle kıyaslamak doğru olmaz. Bu mânaya göre âyet, müşriklere hitap etmekte ve onları asılsız kuruntularla kendilerini aldatmayı bırakıp imana gelmeye teşvik etmektedir. Bu tür faaliyetler imanla yapıldığı takdirde bile, Allah yolunda cihat eden mü’minlerin iman, amel ve cihadına denk olamazlar 20. İman edenler, hicret edenler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah yanında pek büyük mertebelere sahiptirler. İşte bunlar kurtuluş ve başarıya erişenlerin ta kendileridir. 3 21. Rableri onları kendi tarafından bir rahmetle, rızâsıyla ve içinde onlar için hazırlanmış çok kıymetli, ebedî nimetler bulunan cennetlerle müjdeler. 22. Onlar, o cennetlerde ebediyen kalacaklardır. Hiç şüphesiz en büyük mükâfat Allah yanındadır. Bu âyetlerde tekrar iman, hicret ve malla canla Allah yolunda cihada vurgu yapılarak, bu yolda yürüyen mü’minlerin Allah katında derecelerinin çok büyük olacağı haber verilir. Bu ibâdetler, diğerleriyle kıyaslanmayacak derecede sevabı bol olan ve sahiplerini ebedî kurtuluşa götürecek ibâdetlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur “Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel yurt olan cenneti vâdetmektedir. Yine de Allah, cihad edenleri, pek büyük bir mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır. Onlar için Allah’ın yanında yüksek dereceler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” Nisâ 4/95-96 İşte Allah Teâlâ böyle fedakâr, gayretli ve çalışkan kullarına şu müjdeleri vermektedir › Kendi katından bir rahmet, › Onlardan razı olmak ve onları da kendisinden razı kılmak, › Kendileri için çok kıymetli, bol ve ebedî nimetlerin hazırlandığı ve içinde ebedi kalacakları cennetler. Bu ebedî nimetlere ermenin bir bedeli de, iman-küfür sınırını iyi tayin etmek, baba ve kardeş gibi en candan yakınlarımız bile olsa küfrün karşısında yüce dağlar, yalçın kayalar gibi sağlam ve sert durmaktır 23. Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Allah Resûlü ashâbına Medine-i Münevvere’ye hicret etmelerini emrettiği zaman müslümanlardan kimisi bunu babasına, kardeş‏ine, eşine söyleyip onlardan izin alma gereği duymadan hemen Peygamberimiz’in emrine uydu. Kimisi de eşi, çocukları ve aile efradı “Bizi burada malsız, mülksüz, sahipsiz bırakacaksın, biz de perişan olup gideceğiz” deyince ş‏efkati galip gelip ailesiyle birlikte Mekke’de oturmaya devam ederek hicreti terk etti. İ‏şte böylelerini kınamak üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 248 Kâfir olan baba ve kardeşleri dost edinmek haram kılınmakla birlikte, özellikle kâfir olan, hatta çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya bile belli ölçüler içinde iyilik yapmayı emreden âyet-i kerîmeler de vardır. Lokmân sûresinde şöyle buyrulur “Biz insana, anne-babasına mümkün olan en iyi şekilde davranmasını emrettik… Eğer anne-baban seni, ilâhlığına dair bilgin olmayan şeyleri bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, o takdirde onlara itaat etme. Fakat yine de dünyada onlara gerektiği ölçüde sahip çık.” Lokmân 31/14-15 Bilinmelidir ki iyilik yapmak ayrı şey, başka kişi ve nesneleri Allah ve Resûlü’nden daha fazla sevmek ayrı şeydir. Bu bakımdan gösterilmesi gereken dikkat ve ciddiyetin boyutlarını ortaya koymak üzere şöyle buyruluyor 24. Rasûlüm! De ki “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, iyi iken durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihattan daha sevimli ise o zaman Allah’ın azap emri gelinceye kadar bekleyin! Çünkü Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar gürûhunu doğru yola erdirmez.” Âyette bahsedilen kişiler ve varlıklar her insanın fıtrî olarak sevdiği ve gönül bağladığı şeylerdir. Bu hususla alakalı olarak bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.” Âl-i İmran 3/14 Bu bakımdan bizden istenen, sayılan bu unsurları hiç sevmemek değil, onlara duyulan sevginin Allah ve Resûlullah sevgisinin üzerine çıkmamasıdır. Dolayısıyla buradaki “sevgi”den maksat iradeye bağlı olan sevgidir. Yani Allah ve Rasûlü’nün emirlerini devamlı olarak yerine getirme ve onları hiç terk etmeme neticesini hâsıl edecek bir sevgidir. Az önce temas edildiği gibi insanda bulunan fıtrî sevgi değildir. O halde âyet, Allah ve Peygamber sevgisine aykırı düşen ve dinî vecibelerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü muhabbet ve münâsebetten uzak durmayı emretmektedir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur “Hiçbiriniz, ben kendisine malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamaz.” Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70 Hadiste geçen imandan maksat “kâmil iman”, sevgiden maksat da ihtiyârî sevgidir. Efendimiz cihatla alakalı olarak da şöyle buyurur “Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde pusu kurmuştur. O, İslâm’a giden yolda oturur ve ona Niçin kendi dinini ve atalarının dinini bırakıyorsun?» der. Kişi onun sözünü dinlemeyerek İslâm’a girer. Yine şeytan hicrete giden yolda oturur ve ona Malını ve aileni mi bırakacaksın» der. Kişi onun aldatmasına kanmayarak hicret eder. Hicret ettikten sonra ise bu sefer cihada giden yolda oturur ve ona Sen cihad edeceksin ve öldürüleceksin. Hanımını başkası nikahlayacak, malın ise paylaştırılacak» der. Eğer kişi bu hususta da ona aldırmayıp cihad ederse, Allah onu mutlaka cennete konduracaktır.” Nesâî, Cihad 19 Hâsılı bir mü’min için hiçbir dünyevi menfaat ve maksat Allah ve Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihattan daha ehemmiyetli, kıymetli ve cazip olmamalıdır. Ayrıca âyetlerin mesajı, İslâm toplumunu kuvvetlendirme ve mü’minler arasındaki tesânüdü artırma hedefinin diğer bütün beşeri ilişkilerden önde gelmesi gerektiğini gösterir. Bu hususta mü’minler Allah Teâlâ’nın yardımına güvenerek çalışmalı, fakat nefsin aldatmalarına karşı da uyanık olmalıdırlar 25. Gerçek şu ki, Allah size pek çok yerde ve bu arada Huneyn gününde yardım etmişti. O gün sayıca çokluğunuz sizi gururlandırmış, fakat bu size hiçbir fayda sağlamamıştı. Onca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmiş, sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız. 26. Sonra Allah, Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine iç huzuru ve güven duygusu veren rahmetini indirdi, ayrıca göremediğiniz ordular gönderdi ve o inkârcıları ağır bir yenilgiye uğrattı. Kâfirlerin cezası işte budur! 27. Sonra Allah, bu olup bitenin ardından dilediği kimsenin tevbesini kabul buyurur, dilediğine hidâyet lutfeder. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Allah Resûlü Mekke’nin fethinden sonra Sadece Kâbe’deki putları yıkmakla kalmamış, civar bölgelere de mücâhit gruplar gönderip her tarafta bir tevhîd temizliği başlatmıştı. Ancak bu durumu, Huneyn’de yaşayan Hevâzin kabîlesi ile Tâif’te oturan Sakîfoğulları hazmedemediler. Müslümanların üzerine hücûm etmeye karar verdiler. Bunun için büyük bir ordu hazırladılar. Bir ölüm-kalım savaşına çıkmışçasına her şeylerini beraberlerine aldılar. İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 65; İbn Sad, et-Tabakât, II, 150 Durumdan haberdâr olan Resûl-i Ekrem ordusuna Mekke’den iki bin kişi daha katarak onların üzerine yürüdü. İslâm ordusu her bakımdan mükemmeldi. Göz kamaştırıcı bir ihtişamla Huneyn’e doğru ilerliyordu. Herkes, şimdiye dek böyle techîzat ve teşkîlâtlı kalabalık bir ordunun Arabistan’da görülmediğini düşünüyordu. Bu durum, ashâb-ı kirâmın gönlünü bir an gurûra sevk edip “Böyle bir ordu aslâ yenilmez!” diyerek düşmanı küçümsemelerine ve maddî güce rağbetle gâlibiyete mutlak gözüyle bakmalarına sebep oldu. İşte bu bir anlık gurur ve ucub, müslümanların ilâhî imtihâna tâbî tutulmalarına sebebiyet verdi İslâm ordusunun öncü kuvvetleri, Huneyn’e girilen dar yollarda kendilerinden emîn bir şekilde ilerlerken, sabahın alacakaranlığında âniden pusuya düşürüldüler. Büyük bir panik zuhûr etti. müslümanlar, üzerlerine yağmur gibi yağan oklar karşısında durakladılar. İslâm ordusunda, tereddüt ve telâş dolu bir dağınıklık ve bozulma baş gösterdi. Bu, arkadan gelenlere de sirâyet edince, müslüman safları çözülüp geriledi. Hevâzin ve Sakîf kabîleleri de onları tâkibe koyuldu. O dehşetli hengâmede yerinden ayrılmayan, sürekli olarak düşmanın üzerine yürüyen ve bindiği hayvanı dâimâ ileri sürerek kendisini düşmanın ortasına atan yalnız Allah Resûlü oldu. O gün Efendimiz, eşsiz bir cesâret ve şecaat nümûnesi sergiledi. Hattâ amcası Hz. Abbâs ve Ebû Süfyân b. Hâris, onun mübârek cânının tehlikeye düşmemesi için hayvanının dizginini tutmuşlar, daha fazla ilerlemesine mânî olmaya çalışıyorlardı. Müslim, Cihâd 76 Diğer taraftan, İslâm ordusunun karışıklığı devam ediyordu. Aralarında “Bugün sihir bozuldu” diye feryâd edenlerden; “Bu bozgunluğun arkası denize kadar alınamaz!” diyenlere kadar birçok ye’se kapılanlar vardı. Mekkelilerden bâzılarının arasından da “Peygamber öldü. Araplar eski dinlerine dönecekler!” diye şâyialar duyuluyordu. Oysa Peygamberimiz sağ idi ve düşmana mukâvemet göstererek hayvanının üzerinde dimdik durmaktaydı. Allah’a tevekkül ve teslîmiyet hâlinde ashâbına şöyle sesleniyordu “–Ey Ensâr! Ey Muhâcirler! Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim!..” Sonra gür sesli olan amcası Hz. Abbâs’a işaret buyurarak, İslâm ordusuna seslenmeye devam etmesini istedi. Abbâs yüksek sesle “Ey Akabe’de bey’at edenler! Ey Rıdvân ağacı altında söz verenler! Koşun, Allah’ın Resûlü burada!..” diyerek seslenmeye başladı. Nidayı duyan sahâbe-i kirâm Efendimiz’in yanına koştu. Böylece Peygamberimiz’in yanında saf tutmaya başlayan mü’min gönüller, içine düştükleri korkudan sıyrılarak huzur ve sükûnete erdi. Yavaş yavaş Allah’ın lutfuyla bütün İslâm safları derlenip toparlandı. Bundan sonra Allah Resûlü ellerini yüce dergâha açıp “Allahım! Bana olan zafer vadini ihsân buyur!” niyâzında bulundu. Tıpkı Bedir savaşındaki gibi yerden mübârek elleriyle bir avuç toprak alarak düşman saflarına doğru attı ve ashâb-ı güzîne “–Haydi şimdi tam bir samimiyet ve gayret içinde hücûm edin!” buyurdu. Müslim, Cihâd, 76-81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 157, V, 286; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 72; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 897-899 Bu defâ İslâm ordusu, savaş yeni başlarcasına bir hızla müşriklerin üzerine saldırdı. Yaptıkları şiddetli hücûm ve hamlelerle kısa zamanda düşmanı perişan edip hüsrâna uğrattılar. Sadece dört şehîd verilmiş, buna karşılık müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüştü. Düşman öyle mağlûb edilmişti ki, onların savaş meydanına getirdikleri her şey müslümanlara kalmıştı. Ele geçen ganimetin hadd ü hesâbı yoktu. İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79 Şüphesiz ki bu hâl, yüce Allah’ın mü’minlere nasîb buyurduğu büyük bir lutfu ve ikrâmı idi. Çünkü onlar, başlangıçta yenilmiş durumda iken netîcede Resûlullah şecaat, cesâret, îtidal ve Cenâb-ı Hakk’a gönülden ilticâ ve niyâzıyla zafere nâil olmuşlardı. Nitekim o gün müşrik saflarında olup da sonradan iman edenler, Allah Teâlâ’nın mü’minlere olan bu yardımını ifade sadedinde, kendilerine, o âna kadar hiç görmedikleri kimselerin hücumda bulunduklarını hayretle îtirâf etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 286; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 182-183; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79 Huneyn savaşının ardından, Sakîf kabilesinin reisi ve 1düşman ordularının başkumandanı Mâlik b. Avf en-Nadrî ile birlikte daha pek çokları müslüman oldu. Allah onlara küfürden dönüp doğru yolu bulma nimetini lütfetti. müslüman olmayıp şirk içinde kalanlarla ilgili ise, onların Mescid-i Haram’a yaklaşmalarını yasaklayan yeni hükümler indi 28. Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için artık bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar! Eğer onların engellenmesiyle yeterli gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın ki, Allah dilediği takdirde lutf u keremiyle sizi zenginleştirir. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. Müşrikler bâtıl inançları, ahlâkî telakkileri ve yaşayışlarıyla mânen pis oldukları gibi, abdest, gusül ve tahâret nedir bilmedikleri içinde mânen pistirler. Onları esas pislik yapan şey ise işledikleri şirk günahıdır. Çünkü şirk manevî pisliklerin en kötüsüdür. Nasıl inançsız, gusülsüz, abdestsiz hiçbir ibâdet yapılamazsa, içinde Kâbe de bulunan Mescid-i Haram’a aynı tarz pislik içinde girilmez. Bu sebeple hicri 9. sene itibariyle müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşmaları yasaklanmış, bunu sağlama vazifesi de müslümanlara verilmiştir. Âyetteki اَلْمَسْجِدُ الْحَرَامُ el-Mescidu’l-Harâm, ifadesi âlimlerimiz tarafından Harem bölgesi olarak anlaşılmış ve müşriklerin Harem diye bilinen bölgeye girmeleri o tarihten günümüze kadar yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in yer yer yahudi ve hıristiyanları kâfir olarak, bazan de müşrik olarak vasıflandırması sebebiyle onlar da müşriklerle aynı katagoride değerlendirilerek o tarihten itibaren Harem bölgesine alınmamışlardır. Günümüzde de uygulama bu şekildedir. müslüman olmayanlar Harem bölgesine girememektedirler. Mekke’de müslümanların geçim kaynağını Beytullah’ı ziyarete gelen insanların sağladığı kazançlar teşkil etmekteydi. Müşriklerin bu bölgeye girmelerinin yasaklanması, onların sağladıkları faydaların da bir anda sona ermesi demekti. Dolayısıyla bu durum müslümanlarda ister itemez iktisâdî yönden bir sıkıntı doğacağı yönünde endişeye sebep oldu. Cenâb-ı Hak “Eğer onların engellenmesiyle yeterli gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın ki, Allah dilediği takdirde lütf ü keremiyle sizi zenginleştirir” Tevbe 9/28 buyurarak, onların gönlünü feraha kavuşturmuştur. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket artmaya başladı. Çevre bölgelerdeki insanlar İslâm’la şereflendiler ve Mekke’ye eskisinden daha fazla yiyecek getirdiler. Fetihler başladıktan sonra ise dünyanın her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye başladı. Âyetteki “Allah dilediği takdirde” Tevbe 9/28 kaydı, bütün umutların sadece Allah’a yöneltilmesi gerektiğine vurgu yapmakta; sonra da Allah’ın bahşedeceği bu refah halinin her zaman ve her toplum için değişmez bir şey olmayacağına, değişme ihtimalinin bulunduğuna dikkat çekmektedir. Kâfir olan Ehl-i kitapla münasebetlere gelince 29. Ehl-i kitaptan oldukları halde Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram tanımayan ve hak dîni din olarak kabul etmeyen kimselerle, himaye vergisini tam bir aşağılık ve baş eğmişlik duygusu içinde kendi elleriyle verinceye kadar savaşın! Kur’ân-ı Kerîm, İslâm dinine girip onun itikat, ibâdet ve muâmelâtla alakalı bütün hükümlerini kabul etmedikleri sürece Ehl-i kitabın gerçek birer mü’min olamayacaklarını bildirir. Buna göre onlar, Allah’a ve âhiret gününe inandıklarını iddia etseler de gerçek böyle değildir. Çünkü Allah’ı yegâne tek İlâh ve bir Rab olarak tanıyan, kabul eden ve O’nun sıfatları, O’na yapılan ibâdetler ve O’nun güç ve kudreti konusunda başka herhangi bir şeyi ortak koşmayan kişi, ancak gerçekten Allah’a inanmış sayılır. Halbuki gerek hıristiyanlar gerekse yahudiler, müteakip ayetlerde de açıklandığı gibi şirk içinde bulunuyorlardı. Aynı şekilde onlar, ölümden sonra dirilişe inanmalarına rağmen âhirete de gerçek mânada iman etmiyorlardı. Âhirete imanın tam olması için kişinin, mahşer gününde her bir ferdin iman ve amelini esas alan mutlak adâletin icra edileceğine de inanması gerekir. Aynı şekilde âyetlerde beyân edildiği üzere hiçbir fidye, kefâret veya dost sanılan birine herhangi bir mânevî yakınlığın da fayda vermeyeceğine inanmalıdır. Bu açıdan bakılınca yahudi ve hıristiyanların âhirete imanlarının da bozuk olduğu görülecektir. Çünkü onlar, bu tür şeylerin hesap gününde onları, adâlete karşı koruyup himaye edeceğine, ateşin kendilerine ancak sayılı birkaç gün dokunacağına inanıyorlardı. Diğer taraftan Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığı hususları haram saymıyorlar; Allah katında yegâne hak din olan İslâm’ı da hak din olarak kabul etmiyorlardı. İşte bu yüzden Allah Teâlâ müslümanlara, kendilerini “cizye” denilen himâye vergisi vermeye mecbur kılıncaya kadar Ehl-i kitapla savaşmayı emretmektedir. Yahudi ve Hıristiyanlarla yapılan cihadın hedefi budur. Onları müslüman olmaya zorlamak ve İslâmi hayat tarzını benimsetmek değil, cizye vermeye mecbur etmektir. Bu şekilde yeryüzünde idarecilikleri ve hâkimiyetleri kalmayacak şekilde bağımsızlıklarına ve büyüklüklerine son vermektir. Cizye, İslâm devletindeki gayri müslim tebanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. Bu vergi onlardan, kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınır. Onlar, müslümanların hâkimiyetini kabul ederek, buna razı olarak ve ancak onların himayesinde hayat hakkı elde ettiklerini bilerek bu vergiyi verirler. Cizye emri önceleri, sadece yahudi ve hıristiyanlara mahsustu. Resûlullah daha sonra onu, Mecusilere de teşmil etmiştir. Efendimiz’in vefatından sonra da ashâb-ı kirâm bu hükmü Arabistan’ın dışında yaşayan bütün gayr-ı müslimlere ittifakla uygulamışlardır. Yahudi ve hıristiyanlar, peygamberlerinin kendilerine tebliğ ve emanet ettiği dini değiştirdiler; onu tanınmaz hale getirdiler. Bu sebeple buyruluyor ki 30. Yahudiler “Uzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesîh Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözlerdir ki, kendilerinden önce geçmiş bazı kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar! Burada Ehl-i kitabın hakiki Allah inancını kaybedip şirke düştükleri nokta deşifre edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’ya çocuk isnat etmek açık şirktir. Kur’ân-ı Kerîm bunun, Cenâb-ı Hakk’ın son derece gazabını celbeden bir suç olduğunu haber verir “Bazıları Rahmân çocuk edindi» dediler. Ey, böyle söyleyenler! Gerçekten siz çok çirkin ve korkunç bir iddia ortaya attınız! Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye! Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!” Meryem 20/88-92 “Allah, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir.” Enâm 6/101 Şu kadar var ki, Allah’a çocuk isnat etmek ilk defa yahudi ve hıristiyanların ortaya çıkardığı bir şey değildir. Daha önceleri de bir kısım insanlar bu hataya düşmüşlerdi. Meselâ eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Persler bunlardandır. Yahudiler ve hıristiyanlar, bu eski kavimlerin felsefelerinden, hurafelerinden ve hayallerinden onların yaptığı gibi aynı yanlış ve hatalı hareketleri yapacak kadar etkilenmişlerdir. Ayrıca Ehl-i kitap bu tutumlarıyla, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul eden ve putları Allah’a ortak koşan inkârcılara da benzemiş olmaktadırlar. Gelen âyette yahudi ve hıristiyanların şirk batağına kaydıkları önemli bir noktaya dikkat çekilerek buyruluyor ki 4 31. Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Halbuki onlara, kendisinden başka ilâh olmayan bir tek Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir. Adiy b. Hatim’in başından geçen şu hâdise bu âyette bahsedilen din âlimlerini rab edinme keyfiyetini gayet anlaşılır bir şekilde izah etmektedir. Adiy b. Hatim şöyle anlatır Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Resûlullah huzuruna vardım. Bana “- Bu da ne oluyor Ey Adiy? Şu putu üzerinden at” buyurdu. Onu, Tevbe sûresindeki “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler” Tevbe 9/31 âyetini okurken dinledim. Sonra şöyle buyurdu “Onlar bunlara ibâdet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helâl kıldıkları vakit onu helâl belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram belliyorlardı.” Tirmizî, Tefsir 9/10 Buna göre, herhangi birini Rab edinmek için ona “rab” adını verip vermemek şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmadan o kişinin emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda o kişiyi kanun koymaya yetkili zannedip, ne söylerse, ne emrederse doğru kabul etmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini hesaba katmadan hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Bu şekilde şirk düzenini ayakta tutmaya çalışanların elbette bir hedefi vardır 32. Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hiçbir zaman hoşlanmasa da, nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor. 33. Allah, Rasûlü’nü doğru yolun ta kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzerine kurulan hak dîni ile gönderdi ki, müşrikler hiçbir zaman istemese de, o dîni diğer bütün dinlere üstün ve hâkim kılsın. “Allah’ın nûru”, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri ve sünnet-i seniyyesinin tatbikatıyla Resûlullah muşahhas bir şekilde yaşayıp örnek olarak insanlığın önüne koyduğu İslâm dinidir. Bütün iman, ibâdet, ahlâk ve muamelât esasları ve içtimâî, iktisâdî, idârî kaideleriyle İslâm, insanların kalpleri ve zihinleriyle birlikte bütün cihânı aydınlatan lekesiz bir nur, bir ışık kaynağıdır. Dünyaya nispetle güneş hangi mevkide ise, kalplere ve ruhlara nispetle İslâm dini de o mevkidedir. Nûrunu Cenâb-ı Hak’tan alan bu din çağları aydınlatacak, kimse onun önüne geçemeyecektir. Kâfirler istemese de Allah mutlaka nûrunu tamamlayacak; kelime-i tevhidi yüceltecek ve İslâm dinini hâkim kılacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın muradı, Peygamberine gönderdiği hidâyet rehberi ve hak dini İslâm’ın diğer bütün dinlere üstün gelmesini sağlamaktır. Allah’ın muradını engelleyecek ise hiçbir güç yoktur. Müşrikler istese de istemese de hakikat böyle tecelli edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın dînini tebliğ etme ve öğretme husûsundaki azim, gayret ve şevki karşısında büyük bir âcizliğe düşen Kureyş müşrikleri birgün “– Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de seni ve ilâhını kendi hâlinize bırakalım” dediklerinde Resûlullah başını kaldırıp semâya baktı ve “– Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu. “– Evet, görüyoruz” dediklerinde Allah Resûlü İslâm’ın mâhiyetine ve istikbaldeki durumuna dikkat çekecek bir tarzda “– Peki ben sizin bu güneşin ışıklarından faydalanmanıza mâni olabilir miyim?” buyurdu. İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 92; İbn İshâk, es-Sîre, s. 136 Bu sebeple din düşmanları tarafından İslâm’ı söndürme maksadıyla tezgahlanan ve uygulamaya konan her plan, ancak güneşi ağızla üfleyerek söndürmeye çalışmanın dışında bir ağırlığa sahip değildir ve olamaz. Şunu belirtmek gerekir ki, kendilerini İslâm’a nispet eden, dolayısıyla müslüman olarak anılmakla birlikte İslâm’ı gerçek mânada hayatlarına tatbik edemeyen insanlar bazan küfür dünyası karşısında mağlup duruma düşebilirler. Fakat bu asla İslâm’ın mağlubiyeti değildir. İslâm, din olarak her zaman bütün dinlerin üzerinde yüksek bir mevkie sahiptir. Bu ilk günden itibaren böyle olduğu gibi, bugün de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. müslümanların siyâsî, askerî ve iktisâdî açıdan en zayıf dönemlerini yaşadıkları son birkaç asırda bile İslâm, her türlü gelişmiş teknik ve vasıtaya sahip evrensel düşman güçlerin her cepheden ardı arkası kesilmez saldırılarına rağmen ilk günkü gibi yerindedir, terütazedir. Bu süre içinde pek az kimse İslâm’dan çıkıp başka dinlere girerken, diğer dinlerden çok sayıda insan İslâm’la buluşmaya devam etmektedir. Günümüz müslümanlarının onca hatasına ve kusuruna, İslâm’ı temsil ve tatbikteki onca yanlışlarına ve yetersizliklerine ve evrensel düşman güçlerin İslâm’ı olduğundan farklı göstermek için ortaya koydukları onca çabaya rağmen, batıda pek çok insan, herhangi bir dine inansın veya inanmasın, İslâm’dan etkilenmeye devam etmektedir. Bu konuda İslâm’ın dinamizmi ve nasıl söndürülemez bir ışık kaynağı olduğu günden güne insanların, özellikle entelektüel insanların dikkatini daha da çekmektedir. Ünal, s. 422 Hâsılı İslâm, ebediyen eskimeyecek ve bozulmayacak bütün esasları ve kaideleriyle ilk günkü gibi dupduru ortada olup insanlığın semâsında bir güneş gibi parlamaktadır. Fakat insanlar nefislerini, nefsânî arzularının mahkûmu olmuş kalplerini ve zihinlerini onun önünde perde yaparak onun nûrundan mahrum kalmaktadırlar. müslümanların asıl vazifesi, aradaki o perdeleri kaldırarak kalpleri İslâm’ın o sönmez nûruyla buluşturmaktır. Ancak bir kısım güçler ve insanlar bu mücadelenin önüne geçmek için çalışacaklardır. Bunun bir takım sebepleri vardır. Bunlardan yahudi ve hırısitiyan din adamları olan hahamların ve rahiplerin İslâm nûrunu söndürmek istemelerinin ve onun yayılmasına engel olmaya çalışmalarının sebebi şu şekilde beyân edilmektedir 34. Ey iman edenler! Hahamlardan ve râhiplerden pek çoğu halkın mallarını haksız yollarla yemekte ve insanları Allah yolundan alıkoymaktadırlar. Rasûlüm! Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele! 35. Kıyâmet gününde, biriktirilen o altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!” denilecek. Dinin gönderilmesinden maksat, onu sadece Allah emrettiği için ve O’nun rızâsını kazanmak üzere bir kulluk şuuru içinde yaşamaktır. Bu sebeple dini dünya adına bir kazanç vasıtası yapmak; onu mal, makam, mevki, şöhret ve siyaset gibi şeylere alet etmek yasaklanmıştır. Bu konuda en önemli tehdit de âlim, fakih, mürşidler gibi dini birinci derecede temsil ve tebliğ etmesi gereken kişilere yapılmıştır. Çünkü onların halk nazarında mühim bir yeri vardır ve bu yeri ve sahip oldukları statüyü başka maksatlarla kullanma riski, başkalarına nispetle onlar için daha fazladır. Dolayısıyla bu âyetlerde insanların mallarını haksız yollarla yiyen ve daha çok dinî hükümleri yanlış tevil ederek insanları Allah yolundan alıkoyan yahudi ve hıristiyan din adamları; onlar üzerinden de aynı vasıfları taşıyan bütün din adamları ciddi olarak ikaz ve tehdit edilirler. Onların insanların mallarını yedikleri haksız yollardan bazıları şunlar olabilir › Verdikleri hükümler ve fetvalar karşılığında rüşvet almaları, › İlâhî kitapta değişiklik yapıp, yazdıkları tahrif edilmiş nüshaları satmaları, › Allah katında duaların kabulüne vesile olacağını söyleyerek bağış toplamaları, › Günah çıkarma karşılığında gelir elde etmeleri, › Bu ve bunlara benzer dolambaçlı yollarla malî kaynaklar oluşturmaları. İkinci olarak altın ve gümüşü biriktirip onları Allah yolunda harcamayanlar can yakıcı bir azapla korkutulurlar. Çünkü altın ve gümüş, para olarak alışverişi kolaylaştırmak ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsan edilmiştir. Buna göre altın, gümüş ve diğer paralar bütün halk arasında tedavül etmeli; ihtiyaçların daha önemlisi diğerine, şiddetlisi hafifine tercih edilerek güzelce harcanmalıdır. Bunlar, ihtiyaçların önceliklerine göre kullanılması gerekirken bazıları onu tedavülden çeker, gömer, herhangi bir yerde gizler, yığar, sımsıkı saklar ve bunları Allah yolunda sarf etmezler. Allah için hakkını vermezler. Bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle aynı zamanda onun Allah yolunda harcanmasını engellemiş olurlar. Esasında bu paralarla Allah yolundan saptırmak için para harcayanlara karşı mücadele etmek gerekirken, bunlar ellerinde tutmak suretiyle parayı hiçbir işe yaramaz hale getirirler. Bunlar kim olursa olsunlar, gerek o haham ve rahiplerden, gerek onları örnek alıp para saklayanlardan, gerekse zekâtlarını vermeyen ve paralarını saklayan müslümanlardan olsun işte bunları elem verici bir azap beklemektedir. Bu azap, günahın cinsinden olacak; biriktirilen altın ve gümüşler cehennem ateşinde iyice kızdırılarak, onlarla, kendilerini haksız yollarla kazanan ve gerektiği şekilde harcamayan ahmak sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanacaktır. Bu azap yetmiyormuş gibi bir de hasret ateşlerini iyice alevlendirmek üzere kendilerine “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!” Tevbe 9/35 denilecektir. Resûlullah bu hususta şöyle buyurur “Altın ve gümüş sahibi olup da ondan hakkını ödemeyen her bir kimse mutlaka kıyamet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük madeni parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi elli bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye kadar devam eder…” Müslim, Zekât 24, 26 Diğer azaların değil de özellikle alınların, yanların ve sırtların dağlanmasının sebep ve hikmetiyle alakalı şunlar söylenebilir › Zengin kişi kendisinden zekât isteyen fakiri görünce suratını asar, zekât istemede ısrar ederse ona yanını döner, daha da ısrar ederse çoğunlukla yerinden kalkar, sırtını döner ve fakire hiçbir şey vermez. › Altın ve gümüşü yığan kimsenin mal biriktirmekten maksadı, zenginliği ile üstünlük peşinde koşmak olunca dağlama işi yüzünün en yüksek yeri olan alnına uygulanır. Aynı şekilde bu kişiler mal biriktirirken yanlarının şişmanlamasına sebep olan leziz yiyeceklerle ve sırtına giydiği güzel giysilerle refah içinde olmayı hedeflediklerinden cehennemde de yanları ve sırtları dağlanır. Böyle şiddetli tehditler ihtivâ eden âyet-i kerîmelerden sahâbe-i kirâmın aldığı dersi Hz. Sevbân şöyle anlatır “…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele!” Tevbe 9/34 âyeti nâzil olduğu zaman biz, Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Ashaptan bazıları “Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. Artık bir daha onları biriktirmeyiz. Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?” dediler. Resûlullah şu cevabı verdi “– Sahip olunan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir kadındır.” Tirmizî, Tefsir 9/9 Dünyevî maksatlarla Allah’ın koyduğu kanunlarla oynamanın bir örneği de müşriklerin, daha büyük gelirler elde etmek için her yıl haccı aynı mevsime denk getirmek gayesiyle birkaç yılda bir, seneye bir ay ilave edip o yılı 13 aya çıkararak takvim üzerinde gelişigüzel oynamayı adet hâline getirmeleri idi. Halbuki ay takvimine göre hac ibâdeti her yıl bir öncekinden 10 gün geriye sarkarak farklı mevsimlerde yapılır. İşte Allah Teâlâ, maddî çıkarları uğruna ilâhî hükümleri oyuncak hâline getiren bu tür keyfî uygulamaları yasaklamak ve en tabiî, en kullanışlı takvim ölçüsünü ortaya koymak üzere şöyle buyuruyor 36. Gökleri ve yeri yarattığı gün koyduğu kesin hükme göre Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru ve geçerli olan hesap budur. O halde bu aylarda konulmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler bir araya gelip hiçbir kural tanımadan sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın. Şunu da bilin ki Allah, kalpleri ilâhî saygıyla dolu olup kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman dünyanın düzenini ve ayın hareketlerini, ay hesabına göre bir yıl on iki ay ve 354 gün olacak şekilde tanzim buyurmuştur. Bu ayların isimleri Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâziyelevvel, cemâziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkâde ve zilhiccedir. Bunlardan dört tanesi haram ay kılınmıştır. Bunlar zilkâde, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylara hürmet gösterilmesi istenmiş ve bunlarda savaş yapılması yasaklanmıştır. bk. Bakara 2/217 Resûl-i Ekrem Veda haccında Mina’da okuduğu meşhur hutbesinde bu dört ayı beyân ederek şöyle buyurmuştur “Bir sene on iki aydır, bunlardan dördü haram olan aylardır, üçü peşpeşe gelen zilkâde, zilhicce ve muharremdir, biri de Mudar kabilesinin recebidir ki o da, cemaziyelâhir ile şaban ayı arasındadır.” Buhârî, Tefsir 9/8; Müslim, Kasame 29 Efendimizin bu beyânıyla zaman Allah’ın yarattığı ilk günkü şeklini aldı. Zaman üzerinde ileri geri alma şeklinde yapılan haksızlıklar ortadan kalktı. Senenin ayları üzerinde oynamalara son verildi ve aylar ilk yaratılıştaki gibi yerli yerine oturdu. Her biri ne ise o oldu; zilhicce zilhicce, muharrem muharrem oldu. Böylece hac ibâdeti de olması gereken zamanda yapılmaya başlandı 37. Harâm ayların yerlerini değiştirip ertelemek, kâfirlikte ileri gitmekten başka bir şey değildir. Ayrıca bu, kâfirlerin daha da sapmasına yol açmaktadır. Çünkü onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını denkleştirmek, böylece O’nun haram kıldığını meşrûlaştırmak üzere haram ayı bir yıl helâl, bir yıl da haram kabul ederler. Yaptıkları bu çirkin ameller şeytan tarafından süslenmekte ve dolayısıyla onlara güzel görünmektedir. Oysa Allah, böylesi kâfirler gürûhunu doğru yola erdirmez. اَلنَّس۪يۤءُ nesî, haram ayların vakitleriyle oynamak, onları ileri veya geri almak; ertelemek veya ilâve etmek demektir. Kamerî hesaba göre her yıl onar gün geri gelmek suretiyle ayların ve mevsimlerin yeri değiştiğinden, “nesî” uygulamasının gayesi, hac mevsimini devamlı surette aynı zamana denk getirmekti. Çünkü hac merâsiminin değişik mevsimlere rastlaması menfaatlerine uygun düşmüyor, haccı havanın mutedil ve ticârî şartların müsait olduğu zamanlarda yapmak istiyorlardı. Bunu temin etmek için de ay yılı ile güneş yılını denk getirmek gerekiyordu. Bu sebeple yıla bir ay daha ilâve ediyorlardı. Böylece hac 33 yıl gerçek tarihinin dışında yapılıyor, ancak 34. yılda gerçek zilhicce’de ifâ edilebiliyordu. Efendimiz’in vedâ haccı gerçek hac mevsimine denk geldi ve o tarihten itibaren hac tam mevsiminde yapılmaya devam etti. Diğer taraftan cahiliye Araplarının bir kısmı maişetlerini soygunculuk, gasp ve talan ile sağladıkları gibi, kendi aralarında da kan davaları ve iç savaşlar eksik olmuyordu. Bu sebeple peş peşe gelen haram ayların hürmetine saygı göstermekte, kendilerini bağlayan bir kısım yasaklara uymakta zorlanıyorlardı. Onun için haram ayların zamanlarını tayinde canlarının istediği gibi oynuyor; mesela muharrem ayındaki hürmeti safer ayına çeviriyor, aynı şekilde diğer haram ayları da ileri geri götürüyorlardı. İşte âyet-i kerîme bütün bu uygulamaların bir küfür ve sapıklık olduğunu açıkça beyân etmekte ve bunu yasaklamaktadır. Şimdi ilâhî hitap müslümanlara çevrilerek, Tebük seferine çağrıldıkları sırada sergilenen bir kısım tutum ve davranışlardan hareketle Allah’a ve Rasûlü’ne gerçek iman ve itaatin ölçüleri belirlenmektedir 38. Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda topluca savaşa çıkın!” dendiğinde olduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı râzı oldunuz? İyi bilin ki, âhiretin yanında dünya hayatının zevki hiç denecek kadar azdır. Hicretin dokuzuncu senesinde Tebük seferine çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman müslümanlar, Huneyn ve Taif seferinden henüz dönmüş bulunuyorlardı. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman sayıca çok ve teçhizat bakımından da güçlü idi. Bu seferde kalabalık ve güçlü Rum askerleri ile savaşılacaktı. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı. Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti. Hatta şartların zorluğu sebebiyle bu orduya جَيْشُ الْعُسْرَةِ Ceyşu’l-Usre “Zorluk Ordusu” adı verilmişti. Bu orduya ve onu teçhîze katılma husûsunda bazı mü’minlerde görülen ağırlık ve tembellik üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 250-251 Âyet-i kerîmede “ağırlaşarak yere çakılıp kalma” manâsı,اِثَّاقَلْتُمْ issâkaltüm kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime lafız ve edâ itibarıyla, bir işi yapma konusunda tembellik gösterip ağırdan alan ve yere yığılıp kalan bir insanı tasvir etmektedir. Bu hâliyle âyet-i kerîme Size böyle ne oldu ki, “Allah yolunda seferber olunuz” denildiği zaman; › “Yere doğru ağırlaştınız, › Yere meylederek, onun câzibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, › Tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz, › Yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, › Korku ve kederinizden yerlere yığıla kaldınız” mânalarını ihtivâ eder ki, bunların hepsi de insanı Allah yolunda cihad ve hizmetten alıkoyan kötü hasletlerdir. müslüman bu mezmum sıfatlarla mücâdele etmek durumundadır. Allah yolunda seferberlik emri verilince hemen icâbet etmek farzdır. Âyet-i kerîmede, savaş emrine kulak tıkayanlar bir tarafa, işi ağırdan alanlar bile kınanmış ve azarlanmıştır. Halbuki bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat, birlikte hareket etmesi zarûrî olan bir grubun içinden bazılarının ağırdan alması, tamâmının hareketini ağırlaştırıp aksatarak seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine sebep olur. Bunun da zararı bütün müslümanlara dokunur. Bu sebeble âyet-i kerîmede hitap, ayırım yapmaksızın bütün mü’minlere vâki olmuştur. Buradan vazîfesinin şuuruna ermiş gayretli mü’minlerin, Allah’ın emirleri karşısında yavaş davranan kardeşlerini uyarma ve teşvik etme gibi sorumluluklarının bulunduğu da anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın îkâzları şöyle devam etmektedir 39. Eğer size emredildiği gibi topluca savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azab ile cezalandırır ve yerinize itaatkâr başka bir toplum getirir de savaşa çıkmamakla O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah’ın her şeye gücü yeter. Mü’minler Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılmadıkları takdirde Allah onları, pek acı bir azap ile cezalandıracak; başlarına, kolay kolay altından kalkamayacakları bir felaket getirecektir. Câzibesine kapıldıkları, uğruna cihadı terk veya ihmal ettikleri dünya hayatını kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle ellerinden alacak ve onları perişan edecektir. Yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp, başka bir kavme verecektir. Emirlerini onların eliyle yerine getirecektir. Allah yolunda savaşı terk etmek bu denli gadab-ı ilâhîyi celbedeceği ve eldeki nimetlerin gitmesine sebep olacağı gerçeğinden hareketle zor veya kolay her hâlukârda cihâda devam edilmesi istenmektedir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu ilâhî emirlerin faydası Allah’a ve Resûlü’ne değil, mü’minlerin bizzat kendilerinedir 40. Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine edecektir Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, ikinin ikincisi olarak mağarada iken arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu. İşte o zaman Allah ona yardım etti, üzerine huzur veren emniyet ve rahmetini indirdi, onu göremediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin bâtıl inanç ve dâvalarını alçalttı. Allah’ın dâvası ise zâten her zaman yücedir. Çünkü Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. Mekke’de yıllar boyu müşriklerin en acımasız saldırı ve işkencelerine maruz kalan mü’minler, Resûlullah müsaadesiyle peyderpey Medine’ye hicret etmişlerdi. Geride pek az kimse kalmıştı. Resûlullah hicret etmek için Rabbinin iznini bekliyordu. En sonunda bu izin de tahakkuk edince en sadık arkadaşı Hz. Ebubekir ile Medine’ye doğru yola koyuldu. Hicret esnasında müşrikler tarafından ısrarla takip edilen Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir bir ara Sevr mağarasına sığınmışlardı. Müşriklerin seslerini duyuyorlardı. Ebubekir korkmuştu. Rivayete göre müşrikler, mağaranın girişindeki örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce, içeride kimse yoktur, diye bırakıp gittiler. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 95 Burada Hz. Ebubekir “Eğer oraya gelen müşriklerden biri ayaklarına baksaydı, muhakkak bizi ayakları altında görürdü” dedim de Resûlullah “Ey Ebubekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki bu endişen niyedir” buyurdu. Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 2; Müslim, Sahâbe 1 İşte âyet-i kerîmede bu yardımın Allah’ın gönderdiği meleklerden müteşekkil görünmez ordu sayesinde olduğu dile getirilmektedir. Allah Teâlâ orada Peygamberini, katından indirdiği görünmez melek ordularıyla takviye etmiştir. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 95 Bu melek orduları, mağaranın ağzına kadar yaklaşan müşrikleri şaşkınlaştırmış ve onları, Resûlullah takipten alıkoymuşlardır. Yoksa Medine’ye varıncaya kadar müşriklerin Allah Resûlüne ulaşmaları ve onu bulmaları gayet kolaydı. Bu melekten ordular onlara mani olmuşlardır. Bu sebeple 5 41. Ey mü'minler! İster kolay, ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır. Âyette geçen خِفَافًا hifâfen ve ثِقَالًا sikâlen kelimelerine şu mânalar verilmiştir Gerek hafif gerek ağır hangi halde olurlarsa olsunlar, Gerek kolay gelsin, gerek ağır gelsin, Genç veya ihtiyar, Bekar veya evli, İşsiz veya meşgul, Fakir veya zengin, Piyade veya süvari, İster ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumları ve teçhizatları her ne olursa olsun müslümanların hepsi birden, hiç beklemeden akın akın sefere koşmalı, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelidirler. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde gayret göstermelidir. Böyle davranmak eğer bilirlerse onlar için daha hayırlıdır. Bu âyeti can kulağıyla dinleyen şu sahâbenin cihad aşkı ne kadar heyecan vericidir Rivayete göre Ebu Talha Tevbe sûresini okumuş, “Ey müminler! İster kolay, ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır” meâlindeki bu âyete geldiğinde “Görüyorum ki Rabbimiz, genç ihtiyar demeden umûmen seferber olmamızı emrediyor. Ey oğullarım, beni cihad için donatıp hazırlayın!” demişti. Oğulları “Allah sana merhamet etsin. Sen, vefat edinceye kadar Resûlullah ile beraber savaşlarda bulundun. Aynı şekilde vefat edinceye kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le birlikte de savaştın. Şimdi senin yerine savaşa artık biz gideceğiz” dediler ise de kabul etmedi. Deniz seferine çıktı ve şehitlik mertebesini kazandı. Ancak dokuz gün sonra mübârek cesedini defnedebilecekleri bir ada bulabildiler. Cesedi hiç değişmemişti. Onu bu uğradıkları adaya defnettiler. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, II, 359 Bütün gücüyle cihad etmeye bir misal de Mihmândâr-ı Rasûl Ebû Eyyûb el-Ensârî İstanbul istikâmetinde Rumlara karşı tertib edilen gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi “–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp daha fazla ilerleyemez olduğunuzda beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 419, 416 Ebû Mûsâ el-Eşarî sahâbenin Allah yolunda gösterdiği fedakârlıktan ibretli bir kesiti şöyle anlatır “Resûlullah ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere Zâtü’r-Rikâ» ismi verildi.” Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki “Ebû Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allah için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” Buhârî, Meğâzî, 31 Tebük’le birlikte gelen umûmî seferberlik emri, münafıkların yüzündeki nifak maskesini düşürdü. Dünyalık bir çıkar göremedikleri bu seferden, sudan bahaneler ileri sürerek geri durmak istediler. Gelen âyetler, onların ibrete şâyan bu iki yüzlü hallerini gözler önüne sermektedir 42. Eğer dâvet edildikleri şey kolay bir ganimet ve çıkılacak sefer de şöyle yakın mesâfeli bir sefer olsaydı, o münafıklar mutlaka senin peşinden gelirlerdi. Fakat o meşakkatli sefer, onlara pek uzak göründü. Sonra da kalkıp Allah adına yemin ederek “Eğer imkânımız olsa ve gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber sefere çıkardık” diyeceklerdir. Böyle yapmakla kendilerini helâke sürükleyeceklerdir. Oysa Allah, onların yalan söylediğini kesinlikle bilmektedir. Resûlullah Tebük seferine katılmayı emrettiği zaman insanlar üç gruba ayrıldılar. Bir grup acele davranıp emre itaat etti. Bunlar muhâcir ve ensârın ileri gelenleri idi. Fakir müminlerin bir kısmına Allah’ın emri ve Rasûlü’nün işaretine uymak ağır geldi ve nefislerinin arzusuna uymayı tercih ettiler. Bir kısmı da geride kalmayı tercih etti. Bunlar münafıklar idi. İşte bu âyetler, onlar hakkında nâzil oldu. Âyette bahsedilen kimselerin sefere katılmamalarının sebebi, güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi. Fakat böyleyken çıkmadılar. Eğer hemen elde edebilecekleri bir menfaat olsaydı kaçırmazlardı. Fakat sonunu kestirmedikleri uzun bir sefere çıkmak işlerine gelmedi. Münafıkların, menfaatleri peşine koşturan kimseler olduğu hakkında Efendimiz şu beyânı dikkat çekicidir “Onlardan herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun paçası bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bulunurdu.” Buhârî, Ezan 29; Müslim, Mesâcid 251 Sefere katılmaya gönülleri olmayan bu münafıklar çeşitli bahaneler uydurarak Efendimiz izin istiyorlar, insanların en temiz kalplisi olan Efendimiz de onlara izin veriyordu. Ama bu husustakı ilâhî uyarının gelmesi gecikmedi 43. Hay Allah seni affedesice Nebî! Sefere çıkmamak için senden izin isteyen o münafıklara, sence kimin doğru söylediği iyice belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu henüz bilmeden neden izin verirsin ki? “Allah seni affedesice, …niçin izin verirsin ki” Tevbe 9/43 hitabında ordu komutanına bir ikaz bulunmaktadır. Sefere çıkmamak için izin isteyenlere hemen izin vermeyip, doğru söyleyenle yalancıyı ayıracak kadar bir araştırma ve bekleyişten sonra izin vermesi gerektiği beyân edilmektedir. Ayrıca ileride gelecek olan “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et; onlara karşı katı ve sert davran…” Tevbe 9/73 emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Bu hitap, bir taraftan da bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbeye teşvik etmek maksadı taşır. Zaten 44. Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihat etmekten geri kalmak maksadıyla senden asla izin istemezler. Allah o takvâ sahiplerini çok iyi bilir. Hakiki mü’minlerin özelliği cihattan geri kalmak için izin istemek değil, seve seve cihada koşmaktır. Çünkü onlar, cihadın ne kadar faziletli bir ibâdet olduğuna inanıyorlar. Allah Teâlâ’nın defalarca onu emrettiğini ve ona teşvik ettiğini biliyorlar. Canlarla ve mallarla durmadan cihâd etmenin, cennetin bedeli olduğunun şuurundalar. İzin istemek bir tarafa, hatta Medine’de yapılacak işler sebebiyle Peygamber Efendimiz, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük seferinde Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını emrettiğinde Ali gücüne gitmişti. Sonra da “Ya Ali, sen bana göre, Mûsâ’nın yanındaki Hârûn gibisin” buyurarak gönlünü almıştı. Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9; Tirmizî, Menâkıb 20 Tevbe sûresinin 92. âyetinde geleceği üzere niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp göz yaşı döküyorlardı. Bu durum, kalpte kökleşen imanın açık tezâhürleri idi. Peki münafıklar ne durumdaydı 45. Cihâda katılmamak hususunda senden ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olup da o şüpheleri içinde bocalayıp duranlar izin isterler. 46. Eğer gerçekten sefere çıkmak isteselerdi onun için az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların böyle isteksizlik içinde harekete geçmelerini istemedi de kendilerini engelledi ve haklarında “Evlerinde oturan çocuk ve kadınlarla beraber siz de oturun” hükmü verildi. 47. Onlar sizinle beraber sefere çıksalardı, problem artırmaktan başka bir işe yaramazlar, sizi fitneye ve ayrılığa düşürmek için aranızda koşuşturup dururlardı. Kaldı ki, içinizde onlar için casusluk yapacaklar da vardır. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir. Geçerli bir özrü olmaksızın savaştan izin istemek, imansızlığın ve mânen şüpheler içinde bocalamanın açık bir alâmeti sayılmıştır. İşte uzun Tebük seferine katılmak istemeyen ve yalandan mazeretlerle izin isteyen münafıklar böyleydi. Şüphecilik bütün ruhlarını sarmıştı. Ne yapsalar bu halden kurtulamıyorlar, şüpheler içinde bocalayıp duruyorlardı. İmanla küfür arasında mekik dokuyorlardı. Bir çıkar söz konusu olunca imana meyil gösteriyorlar, bir meşakkatle karşılaştıkları zaman hemen küfre kayıveriyorlardı. Bu şüpheci halleriyle münafıkların Allah yolunda cihâd etmeyi gönüllü olarak istemeleri mümkün değildi. Zaten eğer böyle bir arzuları olsaydı, sefere çağrıdan sonra kaçmanın yollarını aramak yerine az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Halbuki bu yönde hiçbir kıpırdanma yoktu. Olmaması da netice itibariyle mü’minlerin lehine oldu. Çünkü bu imansız ve şüpheci halleriyle mü’minlerle beraber sefere çıksalardı, hiçbir faydaları olmayacağı gibi, üstelik büyük zararları olacaktı. Mü’minlerin azim ve gayretlerini zayıflatmak, morallerini bozmak, fitne ve fesat çıkarmak için çalışacaklardı. Karakterlerine uygun hareket edeceklerdi. Zayıf imanlı bazı kimseler de onların bu ayartmalarına kanıp sıkıntı oluşturacaklardı. Ayrıca İslâm ordusu içinde onlar lehine casusluk yapacak kimseler de eksik olmayacak, böylece büyük bir fitnenin fitili tutuşturulmuş olacaktı. Cenâb-ı Hak buna müsaade buyurmadı. Münafıkların daha önce çıkardıkları fitne ve fesatlara örnek olması için buyruluyor ki 48. Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmayı çok istemişler ve Rasûlüm, nice planlar içine girip senin aleyhinde türlü türlü entrikalar çevirmişlerdi. Ama sonunda, onlar hiçbir zaman hoşlanmasalar da, hakikat ortaya çıktı ve Allah’ın emri üstün geldi. Münafıkların fitne çıkarma arzuları sadece Tebük seferiyle sınırlı değildi. Daha önce de fitne çıkarmışlar; meselâ Abdullah b. Übeyy Uhud’da 300 arkadaşıyla beraber müslüman ordusunu terk etmişti. Hendek savaşının en kritik anında “Ey Medine halkı! Siz burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!” Ahzâb 33/13 demişlerdi. Birkaç kez Peygamber Efendimiz’i öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Bununla birlikte İslâm davasını ortadan kaldırmak için çok çalıştılar, çeşitli görüşler ortaya attılar ve nice hile ve tuzaklar kurdular. Fakat ne yaptılarsa da hakikatin ortaya çıkıp, bütün entrikalarının deşifre edilerek Allah’ın emrinin, muradının ve dininin galip gelmesini engelleyemediler. Onlardan sefere katılmamak için daha ilginç bahaneler ileri sürenler de oldu 49. Onlardan “Savaşa gitmemek için bana izin ver de başımı belâya sokma!” diyenler var. Oysa onlar zâten fitnenin tam içine düşmüş durumdadırlar. Şüphesiz ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır. Resûlullah Tebük seferi için hazırlıklarını sürdürürken Selime oğullarından Cedd b. Kays’a “Ey Ebu Vehb, sarı ırkın çocuklarından köle ve hizmetkârların olsun istemez misin?” buyurdu‏. O da “Ey Allah’ın Rasûlü, kavmim iyi bilir ki ben kadınlara düş‏kün bir adamım. Korkarım ki Asfar oğulları kızlarını görünce onlara sabredemem. Beni onlarla fitneye dü‏şürme. Savaş‏a katılmamam için bana izin ver. Ben de sana malımla yardım edeyim” dedi. Resûlullah de ondan yüzünü çevirerek “Sana izin verdim” buyurdu‏. İş‏te bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Taberî, Câmiu’l-beyân, Şimdi demünafıklarım müslümanlara karşı içlerinde besledikleri düşmanlıktan bir kesit sunuluyor 50. Sana bir iyilik gelse, bu onları üzer. Fakat sana bir musîbet dokunsa “İyi ki biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler. 6 51. De ki “Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız’dır. Mü’minler, yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.” Münafıkların temel karakter özelliklerinden biri şudur müslümanlara bir iyilik, güzellik, refah, saadet, başarı veya zafer geldiği zaman buna çok üzülürler. Onlara bir musibet, ölüm, sıkıntı, darlık, hastalık dokunduğu zaman da çok sevinirler. “İyi ki biz önceden tedbirimizi alıp, kendimizi zarardan korumuşuz” diye keyiflenirler. Bu ise imanın değil küfrün, dostluğun değil düşmanlığın açık bir alâmetidir. müslümanlar ise hayır veya şer başlarına gelen her şeyin Allah’ın takdiriyle geldiğine inanırlar; iyiliklere şükreder, sıkıntılara sabreder ve vazifelerini yerine getirmeye çalışıp her durumda yalnız Allah’a güvenip dayanırlar. Resûlullah şöyle buyurur “Kul hayrıyla ve şerriyle kadere inanmadıkça hatta başına gelecek bir musibetin asla şaşırmayacağını, başına gelmeyecek bir musibetin de asla gelmeyeceğini bilmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz.” Tirmizî, Kader 10 Bu sebeple Peygamberimiz şöyle demesi tavsiye olunuyor 52. Münafıklara şunu söyle “Siz bizim hakkımızda ancak şu iki güzellikten; zafer veya şehâdetten birinin gelmesini gözetip duruyorsunuz. Biz ise sizin hakkınızda, ya Allah’ın kendi tarafından veya bizim elimizle sizi cezalandırmasını bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, biz de sizinle beraber beklemekteyiz.” Allah yolunda cihat edip malla ve canla savaşırken müslümanları bekleyen iki güzel neticeden biridir Ya zafer ve ganimet veya şehâdet. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Dolayısıyla müslümanlar sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gazi olacaklar, ya da şehit düşeceklerdir. Bunların ikisi de güzeldir. Hatta âhiret yönünden bakıldığında, münafıkların uykularını kaçıran ölüm, müslümanlar için sevgiliye kavuşturan bir şeb-i arûs keyfiyeti taşımakta ve ebedî mutluluğa kapı aralamaktadır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur “Allah, kendi yolunda cihad için çıkan ve bunu da yalnızca Allah’a olan imanı ve Resûlü’nü tasdikden dolayı yapan kimseye cennete girmeyi veya çıkmış olduğu evine ecir ya da ganimete nâil olmuş olarak geri dönmeyi garanti eder.” Müslim, İmâret 103 Münafıkların başına gelecek kaçınılmaz son ise, Allah’ın onları, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir azapla ya da müslümanların elleriyle vuku bulacak bir azapla cezalandırmasıdır. Onlara layık olan akibet de ancak budur. Münafıkların yaptıkları harcamalara ve kıldıkları namazlara gelince 53. De ki “Malınızdan ister içinizden gelerek verin isterse hoşlanmaya hoşlanmaya verin, yaptığınız harcama, Allah katında hiçbir zaman asla kabul görmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkmış bir topluluk hâline geldiniz.” 54. Onların yaptığı bağışların kabul edilmesine engel olan şey, Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri ve bağışlarını gönülsüz olarak zorlana zorlana yapmalarıdır. Münafıklar, inandıklarından değil de, bir kısım menfaat beklentileri veya korkuları sebebiyle harcamada bulunabilirler. Onların bu harcamaları Allah katında makbul değildir. Çünkü › Onlar Allah ve Rasûlüne iman etmezler. Halbuki amellerin, ibâdet ve taatlerin kabul olunmasının birinci şartı imandır. › Namaza isteksiz bir şekilde tembel tembel, üşene üşene gelirler. › Zekâtı da mecburiyet savma kabilinden istemeyerek ve zorlanarak verirler. Yani onlar Allah ve Rasûlü’ne küfürleri kalben devam ettiğinden, namazın ve infakın ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inandıkları için adeta namazı boşuna bir külfet, infakı da bir zarar sayarlar. Dolayısıyla bu gibi vazifeleri ifâ ederken, iman ve gönül hoşluğu ile, seve seve Allah rızâsı için değil, dünyevî bir maksatla ve sadece dış görünüşü kurtarmak niyetiyle yaparlar. Buradan, onların infaklarının kabul edilmeyişinin esas sebebinin herhangi bir günah değil, kalplerindeki küfür olduğu anlaşılmaktadır. Kâfirler, akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulların ihtiyacını karşılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyiliklerinin sevabını alamaz ve âhirette bunlardan faydalanmazlar. Fakat bu iyilikleri karşılığında dünyada onlara ihsanda bulunulur. Bununla alakalı bir hâdiseyi Hz. Aişe şöyle anlatır Bir gün Allah Resûlü “- Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Cudan cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı?” dedim. Peygamberimiz “- Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, bir gün olsun Rabbim, kıyamet günü günahımı bağışla dememiştir»” buyurdu. Müslim, İman 365 Resûlullah bir diğer hadis-i şerifte şöyle buyurur “Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine mükâfatını eksik vermek suretiyle en küçük bir iyiliğinde dahi haksızlık yapmaz. Dünyada iyiliklerinin karşılığı olarak ona ihsanda bulunulur. Âhirette de bu sebeple ona mükâfat verilir. Kâfire gelince, yapmış olduğu iyilikler karşılığında dünyada ona yemek yedirilir, ihsanda bulunulur. Âhirete gittiğinde ise onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur.” Müslim, Münafıkîn 56 Kâfirin yaptığına اَلْحَسَنَةُ hasene “güzellik, iyilik” denilmesi, kâfirin bu husustaki zannı dolayısıyladır. Yoksa onun Allah’a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah’a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna “hasene” deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Mânen bu kadar kötü durumda olmalarına rağmen Allah Teâlâ’nın münafıklara bunca mal ve evlat vermesinin sebebine gelince 55. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünya hayatında bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir. Münafıkların dikkatleri üzerine çekecek ve imrenilecek kadar mal ve evlatları olabilir. Cenâb-ı Hak, ister müslüman, ister münafık ister kâfir olsun dünya hayatında ayırım yapmaksızın herkese rızık vermiş ve maişet imkânları sunmuştur. Zaman zaman bu durum müslümana az, kâfire çok şeklinde de tezâhür etmekte, müslümanların yanlış bir takım düşüncelere kapılmasına sebep olmaktadır. Halbuki böyle düşünmeye gerek yoktur. Çünkü mü’min helâlinden kazanıp Allah yolunda harcadığı malının ve İslâm’a göre yetiştirdiği evladının hem dünyada hem de âhirette mükâfâtını görecekken, münafıklar mal ve evlatları yüzünden dünya hayatında sıkıntılara maruz kalacaklardır. Mal ve evlatları hususunda duydukları korkular ve endişeler sebebiyle Allah onları cezalandıracaktır. Nifak hallerini değiştirmedikleri takdirde kâfir olarak ölecek ve âhirette de ebedi azaba uğrayacaklardır. Münafıkların bir başka kötü huyları da şudur 56. Bir de kalkıp “Biz de sizdeniz!” diye Allah adına yemin ederler. Onlar kesinlikle sizden değildir. Fakat onlar, başlarına geleceklerden ödleri patlayacak şekilde korkan bir gürûhtur. 57. Eğer sığınabilecekleri bir yer yahut barınabilecekleri mağaralar, hatta başlarını sokabilecekleri bir delik bulabilselerdi, hiç durmaz azgın bir at gibi derhal oraya seğirtirlerdi. Kâfir oldukları halde, mü’min olduklarına dair yemin etmek münafıkların âdet haline getirdikleri huylarıdır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede yine onlar hakkında şöyle buyrulur “Rasûlüm! Münafıklar sana geldikleri zaman “Şâhitlik ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Rasûlü’sün!” derler. Allah, senin kendi Rasûlü olduğunu elbette biliyor. Bununla beraber Allah şâhitlik eder ki, münafıklar kesinlikle yalan söylemektedir.” Münafıkûn 63/1 Onları bu şekilde yalan yere yemin etmeye sevkeden sebep, iç yüzlerinin ortaya çıkıp bundan dolayı öldürülmekten veya zarara uğramaktan, ödleri patlayacak derecede korkmalarıdır. O kadar korkmakta idiler ki, sığınacak herhangi bir yer, dağların taşların arasında barınabilecekleri bir mağara veya girilebilecek en küçük bir delik bulsalardı, müslümanlardan kaçarak serkeş bir at gibi hızlıca oraya girerlerdi. Çünkü inanç ve düşünceleri mü’minlerinkiyle uyuşmuyor, ikisi arasında iki mıknatısın artı kutupları arasındaki şiddetli itme gibi bir itişme ve kaynaşamama hali yaşanıyordu. Sâdi’nin Gülistan’ında yer alan papağanla karga hikâyesi bu gerçeği basit bir dille izah etmektedir Papağanla kargayı aynı kafese koymuşlardı. Papağan, karganın çirkin manzarasından sıkılıyor, diyordu ki “Ne çirkin surat! Ne iğrenç sima! Ne melun manzara!.. Keşke aramız doğuyla batı arası kadar açık olsaydı da şu yüzü görmeseydim.” Asıl tuhaflık şurada ki, karga da onun arkadaşlığından memnun değil. O da “lâ havle” çekerek inliyor, talihinin aksiliğinden şikâyet ediyor, diyordu ki “Bu, ne talihsizlik! Benim şerefime lâyık olan, kendim gibi bir karga ile bir bağ duvarı üzerinde zıplaya zıplaya gezmekti. Acep günahım neydi de böyle ahmak, kendini beğenmiş, saçma sözlü bir yabancının arkadaşlığıyla mübtelâ oldum.” Asmaî şöyle anlatır Halil b. Ahmed’in yanına vardım. Küçük bir hasır üzerinde oturuyordu. Bana oturmamı işaret etti. “Sana darlık veriyorum” dedim. “Bırak, birbirinden nefret eden iki kişiye bütün dünya dar gelir. Birbirini seven iki kişiye ise bir karışlık yer bile geniş gelir” dedi. Münafıkların, zekât ve sadakaların taksimi konusunda da itirazları vardı 58. Onlar arasında, zekât ve sadakaların taksimi konusunda iğneli sözlerle seni ayıplayanlar da var. Kendilerine bu mallardan bekledikleri pay verilirse hoşnut olurlar; verilmezse o zaman kızıp öfkelenirler. 59. Eğer onlar Allah ve Rasûlü’nün kendilerine verdiklerine râzı olup “Allah bize yeter! Bize Allah lutf u kereminden yine verir, Rasûlü de verir. Biz yalnızca Allah’a gönül bağlamışız, O’nun rızâsını istiyoruz” deselerdi, elbette haklarında daha hayırlı olurdu. Âyetlerin inişine sebep olabilecek hâdiselerden biri şöyle vuku bulmuştur Ebu Saîd el-Hudrî şöyle anlatıyor Biz, Resûlullah yanındaydık. O, ganimetleri veya kendisine getirilen zekât mallarını taksim ediyordu. Temîm oğullarından olan Zü’l-Huvaysıra geldi ve “- Ey Allah’ın Resûlü, adâletli ol” dedi. Peygamberimiz “- Yazıklar olsun sana, ben adâletli değilsem, başka kim adâletli olabilir ki? Eğer ben adâletli davranmamışsam sen kaybettin, hüsrana uğradın demektir” buyurdu. Hz. Ömer “- Ya Resûlallah, izin ver şunun boynunu vurayım” dediyse de Efendimiz “- Bırak onu. Onun öyle arkadaşları var ki sizden birisi onunla birlikte kıldığı namazını, onunla birlikte tuttuğu orucunu değersiz görür. Onlar Kur’ân okurlar ama Kur’an onların hançerelerinden aşağı geçmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar...” buyurdu. Buhârî, Menâkıb 25; Edeb 95; Müslim, Zekât 142 Zekatların taksim edileceği yerler şu şekilde belirlenmiştir 60. Zekâtlar ancak fakirlere, yoksullara, zekâtların toplanmasında görevli memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihâd edenlere ve yolda kalmışlara verilir. Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. اَلصَّدَقَاتُ sadakalardan maksat, yine âyetin devamında yer alan “Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir” Tevbe 9/60 kaydından anlaşıldığına göre, paralardan, mallardan, madenlerden ve ürünlerden verilmesi farz olan zekâtlardır. Bunun dışında nâfile olan sadakalar vardır ki, bu âyette onlar söz konusu edilmez. Zekâtlar, “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” Tevbe 9/103 âyeti gereğince devlet eliyle toplanır ve dağıtılır. Bu âyette toplanan zekâtların dağıtılacağı sekiz sınıf şöyle beyân edilir Birinicisi; fakirler “Fakir”; muhtaç olan, kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen, zaruri ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olan kimselerdir. Fizikî bir sakatlık, yaşlılık sebebiyle veya geçici olarak fakir düşmüş kimseler, ya da işsizler, yetimler, dullar gibi yardım edildiğinde kendi kendilerini idare edebilecek hale gelen fakirler bu gruba girer. Bunlar az bir gelire sahip de olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilirler ve cahiller onları zengin sanabilirler. Bunlar hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur “Vereceğiniz zekatlar, öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan, bu sebeple yeryüzünde maişet için dolaşma imkânı bulamayan fakirler içindir. İffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından cahiller onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Hele yüzsüzlük edip de insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Hayır olarak her ne verirseniz, Allah onu elbette bilir.” Bakara 2/273 İkincisi;yoksullar Bunlar, fakirlerden daha bir sefalet içinde bulunan düşkün, âciz ve zillet içindeki kimselerdir. “Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler” bk. Beled 90/16 âyetinin de işaretiyle, dışarıdan bakıldığı zaman yoksulluğu belli olan kişiler demektir. Zekâtlar öncelikle böyle fakir ve yoksuların hakkıdır. Onlara verilmelidir. Aşağıda geleceği üzere diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir. Üçüncüsü; zekâtla ilgili çalışan memurlar Zekâtın toplanması, biriktirilmesi, kaydedilmesi, muhafaza edilmesi ve dağıtılması gibi zekâtla ilgili bütün işlerde çalışan memurların ücretleri zekâttan verilir. Bu onlar için bir sadaka değil, yaptıkları hizmetlerin ücreti olur. Dördüncüsü; müellefe-i kulûb Bunlar, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimselerdir. Resûlullah uygulamalarına bakıldığında bunların üç grup olduğu görülür › Bunların bir kısmı bazı azılı kâfirlerdir. Peygamberimiz, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlere, müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlayıp İslâm tarafını tutmalarını temin etmek için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm’a meyilli kişiler yapardı. Rivayetler değerlendirildiğinde, Efendimiz’in bunlara farz olan zekâtlardan değil de ganimetlerin kendi payına düşenlerinden verdiği yönündeki görüş daha ağır basmaktadır. › Bir kısım kabile reisleri ve ileri gelen kimselerdir. Allah Resûlü bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm’a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm’a girmeleri ve İslâm’da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî maksatlar ve maslahatlar gözetilirdi. › Bir kısmı da İslâm’a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişilerdir. Fakir ve muhtaç olmasalar da kalpleri iyice İslâm’a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Beşincisi; köleler Zekâtın bir kısmı da köleleri özgürlüğe kavuşturmak için harcanır. Bu da iki şekilde olabilir Birincisi, efendisiyle belirli bir miktar para ödendiğinde özgür kalmak üzere anlaşma yapan kölenin bu parayı ödemesine yardımcı olunur. İkincisi ise İslâm devleti kölenin özgürlüğünü satın alıp, daha sonra onu serbest bırakabilir. Birinci yol hakkında görüş birliği, ikinci yol hakkında ise görüş farklılığı vardır. Altıncısı; borçlular Para kazansın veya kazanmasın, gerçek anlamıyla yoksul olsun veya olmasın tüm borçlarını kendi servetinden ödediğinde fakir düşecek olan borçlulara da zekât fonundan yardım yapılabilir. Bir kısım âlimlere göre, zekâttan yardım yapılamayacak tek borçlu, müsrif kimse veya haram işlerde para harcayarak borca giren kimsedir. Bu tür kimseler ancak tevbe ettiklerinde yardım yapılabilir. Yedincisi; Allah yolunda çalışanlar Âyette geçen ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ fî sebîlillâh “Allah yolunda” ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil savaşanlar yanı sıcak savaşa katılanlar kastedilmiştir. Bir kısım İslâm âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre yapanlara, ilim tahsiliyle meşgul olanlara zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastane yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır müesseselerine ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm’ın ve müslümanların menfaatine olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar. Sekizincisi; yolda kalmış olanlar Kendi vatanında iken yardıma muhtaç olmasa bile yolculara zekâttan pay verilebilir. Çünkü o mallardan istifade imkânı yoktur. Yine memleketlerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılarla orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için ortalıkta kalmış olan kimselere de zekât gelirinden pay ayrılabilir. Ancak dinen günah olan niyetlerle yapılan yolculuklar bu âyetin şumulü dışında tutulmuştur. Münafıkların içlerinde Peygamberimiz hakkında münâsip olmayan şeyler söyleyip eziyet edenler de bulunmaktaydı 7 61. Münafıklardan bazıları Peygamber’i incitmekte ve onun hakkında “O, her söyleneni safça dinleyen, her söze inanan bir kulaktır” demektedirler. De ki “O, sizi dinlerken hep hayrınıza dinleyen ve hakkınızda ancak iyi sözleri işitmek isteyen bir hayır kulağıdır. Allah’a inanıp itimat ettiği gibi, mü’minlerin sözlerine de inanır ve değer verir. Ayrıca o, içinizden iman edenler için kavrayamayacağınız büyüklükte bir rahmettir.” Gerçek bu iken, Allah Rasûlü’nü incitenler için can yakıcı bir azap vardır. Bu âyet Allah Resûlü eziyet eden bir grup münafık hakkında nâzil olmuş‏tur. Bunlar Efendimiz hakkında uygun olmayan ‏şeyler söylüyorlardı. İçlerinden bazıları “Böyle ‏şeyler söylemeyin, sonra kulağ‏ına gider de bizim aleyhimize olur” dedilerse de Peygamberimiz hakkında ileri geri konuş‏anlardan Culâs b. Suveyd “Muhammed, her söyleneni dinleyen bir kulaktır; ne duyarsa ona kanar. Burada onun hakkında istediğimizi konu‏şur, sonra onun yanına varır baş‏ka türlü konu‏şuruz, o da söylediklerimize inanır ve bizi tasdik eder” dedi. Allah Tealâ da bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 254 Araplar casusa اَلْعَيْنُ ayn “göz” dedikleri gibi, her söylenene kanan ve her işittiğine inanan saf kimseye de اَلأذُنُ üzün “kulak” derlerdi. Efendimiz münafıkların hâinliklerini ve kabahatlerini yüzlerine vurmaz, şefkat ve merhametle muamele ederdi. Hususiyle Allah adına yeminlere çok hürmet gösterirdi. Münafıklar da onun bu müşfikâne tutumunu saflık olarak değerlendirirlerdi. Halbuki Merhamet Ummanı Efendimiz, bütün insanların hayrını ister, onların hayrına olan şeylere kulak verir ve onların hayrı için çalışırdı. O, Allah’a inandığı için O’nun adına yapılan yeminlere son derece hürmet gösteren, mü’minlere güvendiği için onların sözlerine itibar eden mümtaz bir şahsiyete sahipti. Onu incitenler ve aldatmak isteyenler aslında kendilerini aldatmakta idiler. Çünkü o gerçekten iman edenler için bir rahmettir. Fakat münafıklar gibi, dilleriyle iman ettiklerini söyleyip içten içe inkâr eden ve bu inkârlarının bir tezâhürü olarak Allah Resûlüne eziyet edenler için neticede can yakıcı bir azap olacaktır. Zira 62. Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler. Oysaki gerçekten mü’min kimseler ise, en doğru olan Allah ve Rasûlü’nü hoşnut etmeye çalışmaktır. 63. O münafıklar bilmez mi ki, kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, hiç şüphesiz onun hakkı, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşidir. En büyük rezillik işte budur. Rivayete göre münafıklardan bir adam, kendi yandaşlarını kastederek “Allah’a yemin ederim ki bunlar bizim ileri gelenlerimiz ve en hayırlılarımızdır. Eğer Muhammed’in söyledikleri gerçekse bunlar eşeklerden daha kötüdürler” demişti. Bunu müslümanlardan bir adam duydu ve “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in söyledikleri gerçektir ve sen eşeklerden daha kötüsün” dedi ve gidip olanları Peygamberimiz anlattı. Efendimiz o münafığı çağırttı ve “Seni bu şekilde konuşmaya iten sebep nedir?” diye sordu. Bunun üzerine adam kendi kendine lânet edip böyle bir şey söylemediğine dair Allah’a yemin etmeye başladı. Onun söylediklerini gelip Peygamberimiz anlatan müslüman da “Ey Allahım, doğrunun doğruluğunu, yalancının da yalanını ortaya çıkar” diyordu. Bu hâdise üzerine “Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler” Tevbe 9/62 âyet-i kerîmesi indi. Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 218 Görüldüğü üzere kalplerine iman tam olarak yerleşmemiş olan münafıklar, bir taraftan iki yüzlü davranmaya devam ederken, bir taraftan da haklarında vahiy gelip iç yüzlerini deşifre etmesinden çekiniyorlardı 64. Münafıklar, kalplerinde gizledikleri küfür, düşmanlık ve hileleri yüzlerine vuracak bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar, buna rağmen yine de alay ediyorlar. De ki “Siz alay edin bakalım! Hiç şüphesiz Allah, bilinmesinden çekindiğiniz o şeyleri orta yere döküverecektir.” 65. Kendilerine niçin alay ettiklerini sorsan, mutlaka “Biz öylesine lafa dalmış, eğleşiyorduk!” derler. De ki “Demek siz Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Rasûlüyle eğleniyorsunuz, öyle mi?” 66. Artık boşuna özür dilemeyin! Çünkü siz iman ettikten sonra tekrar küfre girdiniz. Samimi tevbelerinden dolayı sizden bir grubu affetsek bile, diğerlerini inkâr ve günahta ısrar etmeleri sebebiyle cezalandıracağız. Bu âyet-i kerîmeler de Tebük seferi sırasında nâzil olmuştur. Rivayete göre Tebük seferinde münafıklardan birisi Resûlullah ve ashâbını kastederek “Şu bizim kurramız gibi midesine düşkün, dili yalancı, dü‏şmanla karş‏ılaş‏ma esnasında korkak olanını görmedim” dedi. Sahâbeden Avf b. Mâlik “Yalan söyledin, fakat sen bir münafıksın ve hiç ‏şüphen olmasın bu söylediklerini gidip Resûlullah haber vereceğim” deyip olanları anlatmak üzere Peygamberimiz’e geldi. Fakat inen âyetler durumu ondan önce haber vermiş‏ti. Bahsedilen münafık Allah Resûlü geldi. Efendimiz yerinden ayrılmış‏, devesine binmiş‏ti. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz lafa dalmış eğleniyor, yolcuların yolculuktan sıkılmasını önlemek üzere anlattığı sözler kabilinden aramızda konu‏şuyorduk” dedi. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 255 Yine Tebük seferinde Allah Resûlü önünde bir grup münafık yürüyordu. İçlerinden birisi Efendimiz’i kastederek “Bu adam Şam’ın kalelerini ve saraylarını fethedeceğini sanıyor, heyhat ki heyhat!” dedi. Allah Tealâ, Rasûlü’nü onun bu sözüne muttali kıldı. Oradakilere “Binitleriniz üzerinde bekleyin” buyurup o münafıkların yanına geldi‏ ve “Şöyle ş‏öyle söylediniz değil mi?” buyurdu. Onlar “Ey Allah’ın Rasûlü, biz konuş‏maya dalmış‏ eğleniyorduk” dediklerin de bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu‏. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 256 Münafıkların kim olduğunu daha iyi tanıyabilmemiz için onların diğer kötü vasıfları şöyle haber verilmektedir 67. Erkek olsun kadın olsun bütün münafıklar birbirinin aynısıdır Kötülüğü teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü kesmeye çalışırlar, Allah yolunda harcamaktan yana ellerini pek sıkı tutarlar. Allah’ı unuttukları için, Allah da onları unutmuştur. Gerçekten münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridir. 68. Allah, erkek olsun kadın olsun bütün münafıkları ve kâfirleri, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşiyle tehdit etmektedir. O ateş onlara yeter. Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır; onlar için bitip tükenmez bir azap vardır. Bu âyetlerde erkek veya kadın bütün münafıkların beş kötü tutum ve davranışları ve bunlara mukâbil kendilerine verilecek beş büyük ceza beyân edilir. Münafıklar Kötülükleri emrederler; onların işlenmesini ve yayılmasını isterler. İyilikleri yasaklarlar, iyiliklerin yapılmasına ve yayılmasına engel olmaya çalışırlar. Allah yolunda, hayır ve hasenât işlerinde harcama konusunda ellerini sımsıkı kapatırlar; en küçük bir harcamada bulunmak istemezler. Onlar Allah’ı unutmuşlardır, dolayısıyla Allah da onları unutmuştur; Allah ile bağlarını tamâmen koparmışlardır. Onlar her türlü günahı işleyen, itaat çizgisinden çıkmış fâsık kimselerdir. Bunlara mukâbil verilecek cezalar da şöyledir § Cehennem ateşi, § Orada ebedî olarak kalmak, § Onlara layık olanın, yetecek olanın başka bir şey değil sadece ateş olması. § Allah’ın lânetine uğramaları, nihâyetsiz ilâhî rahmetten en küçük bir nasip alamamaları, § Ateşten başka onlar için bitmez tükenmez, dâimî ve kalıcı bir azabın olması. Dolayısıyla mü’minler, devamlı kendilerini murakabe ve muhasebe altında tutarak bu gibi münafıklık hallerinden titizlikle uzak durmaya çalışmalıdırlar. Eğer bu konuda ciddiyet gösterilmezse ayakların kayma tehlikesi devamlı ihtimal dâhilindedir. Allah Teâlâ ve Peygamberimiz hususi övgü ve iltifatına nâil olmuş sahâbe-i kirâmın şu korkulu hali hepimiz için bir numûne teşkil etmelidir Hz. Ebubekir, bir gün Hanzala rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala büyük bir üzüntü ve endişe içinde “–Hanzala münafık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hz. Ebubekir “–Sübhânallah! Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hz. Hanzala şöyle devam etti “–Biz, Peygamberimiz’in sohbetindeyken, o bize cennet ve cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Resûlullah huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. Onun sohbetindeki feyz ve rûhâniyetimizi kaybediyoruz” dedi. Ebubekir “–Vallahi, buna benzer hâller bizde de oluyor” dedi. Hanzala olayın devamını şöyle anlatıyor “Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Resûlullah Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Peygamberimiz de –Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi» dedi ve sonra üç defa tekrarlayarak –Yâ Hanzala! Bazan öyle, bazan de böyle olur!»” buyurdu. Müslim, Tevbe 12 Bu rivayette bahsedildiği şekilde sahâbenin yaşadığı ruh hâlini Hak dostlarından Şakîk-i Belhi ne güzel ifade eder “Mü’min öyle bir hâle sahiptir ki, anlatayım Hurma ağacı diker; onda diken devşirmekten korkar. Dinleyin; münafıkı da anlatayım O da diken eker ve bu ektiğinden taze yemiş almayı arzular. Yazıklar olsun böyle düşünene!” Velîler Ansiklopedisi, I, 249 Bu sebepledir ki hem o dönemin münafıklarını hem de içlerinde münafıklık alameti taşıyanları uyarmak üzere şöyle buyruluyor 69. Ey münafıklar! Sizin hâliniz tıpkı sizden önce gelip helâk edilmiş kavimlerin hâline benzer. Üstelik onlar sizden daha güçlü, mal ve evlatları sizinkinden daha fazlaydı. Onlar nasipleri kadar dünya nimetlerinden faydalanıp zevk almaya çalıştılar. Sizden öncekiler nasıl nasipleri kadar bu nimetlerden faydalanmaya çalıştılarsa, siz de aynı şekilde nasibiniz kadar bunlardan faydalandınız. Hep birlikte oyun ve eğlence bataklığına dalanlar gibi siz de daldınız. O münafık ve kâfirlerin yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır. 70. Yoksa onlara daha önce helâk edilen toplulukların, Nûh kavminin, Âd ve Semûd’un, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve şehirleri altı üstüne getirilmiş Lût kavminin ibret dolu haberleri gelmedi mi? Halbuki onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişti de, kabul etmemişlerdi. Allah onlara kesinlikle zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Dünya nimetleri birer imtihan malzemesidir. Onları nefsânî arzuların tatmini yolunda değil, Allah’ın rızâsına erişmek niyetiyle ruhâniyeti artırma yollarında kullanmasını bilmek lazımdır. Cenâb-ı Hak, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın aldığını haber veriyor. bk. Tevbe 9/111 En mühim iş, canı ve malı bu hedef doğrultusunda harcayabilmektir. Değilse âdi niyetler ve bayağı arzular istikâmetinde İsrâf edilen imkânların hasret, nedâmet ve ebedî hüsranın habercileri olduğu bilinen bir gerçektir. Daha önce gelip geçmiş olan ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan kavimlerde bunun en dikkat çekici misallerini bulmak mümkündür. Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, kıyamete kadar tüm insanlığı uyararak kaybedenlerden, kendilerine zulmedenlerden değil, kulluk vazifelerini yerine getirip kazananlardan olmaya davet etmektedir. Bunun için de cennete girecek ve Allah’ın rızâsına erecek mü’minlerin özelliklerini bildirmek üzere buyruluyor ki 8 71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar. İyiliği emir ve tavsiye eder, kötülüklerin önünü almaya çalışırlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlar, kendilerine Allah’ın merhametle muâmele edeceği seçkin kimselerdir. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. 72. Allah mü’min erkek ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel ve hoş meskenler vadetmektedir. Allah’ın hoşnutluğu ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur. 67-68. âyetlerde yapılan münafık tasvirine karşılık bu âyetlerde de mü’min tasviri yapılmakta; bunların sergilediği beş güzel vasıf, tutum ve davranışa mukâbil mü’minlere de beş büyük mükâfat müjdelenmektedir. Birbirlerinin dostu ve yardımcısı olan mü’minler › İyiliği emrederler; kendileri iyilik yaptıkları gibi, başkalarının da iyilik yapmasını tavsiye eder ve böylece iyiliğin yayılması için çalışırlar. › Kötülüğü yasaklarlar; kendileri yapmadıkları gibi başkalarının yapmasına da engel olurlar, kötülüğün yayılmasını istemezler. › Namazı dosdoğru kılarlar, › Zekâtı verirler, › Allah’ın ve Rasûlü’nün bütün talimatlarına kayıtsız şartsız itaat ederler. Bu güzel davranışlara karşılık onlara verilecek mükâfâtlar da şöyledir › Allah onlara rahmetiyle muamele edecektir. › Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. › cennetlerde ebedi kalacaklardır. › Adn cennetlerinde onları çok güzel, çok hoş köşk ve meskenlerde barındıracaktır. › Hepsinden önemlisi Allah onlardan razı olacaktır. Allah’ın bir kuldan razı olması, bütün cennet nimetlerinin fevkinde bir nimettir. Resûlullah haber verdiğine göre Allah Teâlâ cennet ehline “Râzı oldunuz mu?” diye sorar. Onlar “Nasıl râzı olmayalım ki! Yarattıklarından kimseye vermediğin şeyleri bize verdin” derler. Bunun üzerine Allah “Size bundan daha üstün olanını da vereceğim” buyurur. Onlar “Bundan daha üstünü nedir ki?” diye sorarlar. Allah Teâlâ “Rızâ ve hoşnutluğumu size vereceğim ve artık size asla gazap etmeyeceğim” buyurur. Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9 Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur “Kapları ve içindeki eşyalar gümüşten olan iki cennet vardır. Kapları ve içindeki eşyaları altından olan iki cennet daha vardır. Adn cennetindeki mü’minlerle Rablerini görmeleri arasında Allah’ın yüzündeki azamet ve kibriya örtüsünden başka bir şey bulunmayacaktır.” Buhârî, Tefsir 55/1; Müslim, İman 296. Efendimiz bir defasında “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazını dosdoğru kılar ve Ramazan orucunu tutarsa Allah onu mutlaka cennetine yerleştirir. İster Allah yolunda cihad ve hicret etmiş olsun, isterse doğduğu topraklarda oturmuş olsun” buyurunca, ashâb-ı kirâm “- Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu insanlara müjdeleyelim mi?” diye sordular. O zaman Resûlullah hatta şunu da söyleyin dercesine sözüne devam ederek buyurdu ki “Cennette yüz derece vardır, bunları Allah kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki kadar mesafedir. Allah’tan dilekte bulunduğunuz zaman O’ndan Firdevs cennetini isteyin. Çünkü Firdevs, cennetlerin en yükseği ve en değerlisidir. Cennet ırmakları oradan kaynar. Rahman’ın arşı da onun üzerindedir.” Buhârî, Cihad 4; Tevhid 22 Âhiret nimetlerine ve Allah rızâsına erişmeye teşvik sadedinde Allah dostlarının çok güzel tavsiyeleri vardır. Bunlardan Yahyâ b. Muâz şöyle der “Dünya, bir harâbedir. Ondan daha harap olanı ise onu mâmur hale getirmeye çalışan insanın kalbidir. Âhiret, mamur bir yerdir. Ondan daha mamur olanı ise onu kazanmaya çalışan insanın kalbidir.” Buraya kadar bir taraftan münafıkları tanımamızı sağlayacak ip uçları verilip yüzlerindeki maskeler düşürülürken, bir taraftan da gerçek mü’minlerin özellikleri ortaya kondu. Şimdi ise hitap Peygamberimiz çevrilerek, ona kâfir ve münafıklarla nasıl mücâdele edeceği bildirilir 73. Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et; onlara karşı katı ve sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varış yeridir. Resûlullah Allah’ın bildirmesiyle münafıkların kimler olduğunu biliyor fakat İslâm toplumu içinde karışıklık çıkmasına engel olmak için onlara daha ziyade af ve müsamaha ile davranıyordu. Bu şekilde Medine’de 9 yıllık bir süre geçti. Fakat onlar, Efendimiz müsâmaha gösterdikçe daha da ileri gidiyor, Peygamberimiz ve müslümanlara kötülük için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Bu âyet-i kerîme, inkârlarını içlerinde gizleyen münafıkların da, açıktan küfrünü ilan eden kâfirler gibi algılanıp aynı şekilde onlarla da cihad edilmesini emretmektedir. Peygamberimiz’e yapılan emir, onun şahsında tüm müslümanlar için de geçerlidir. Yalnız âyette “sıcak savaş” mânasındaki “kıtâl” değil de daha genel bir mâna ifade eden “cihad” kelimesinin kullanılmış olmasına dikkat edilmelidir. Zira kâfirlerle ve müşriklerle diğer Kur’an âyetlerinin de delâletiyle sıcak savaş yapmak mümkün iken, küfürlerini gizleyen sadece dilleriyle de olsa müslüman olduğunu söyleyen münafıklarla böyle bir savaşa izin verilmemektedir. Dolayısıyla münafıklara açılacak cihad, onlara İslâmiyeti en iyi şekilde anlatmak, delilleri ortaya koymak, belgeleri açıklamak ve onların müslümanlara verebilecekleri zararları en asgari seviyeye indirmeye çalışmaktır. Bunun için de münafıkların bir kısım gizli hile ve desiselerine karşı dikkatli olunması gerekmektedir 74. O münafıklar din ve Peygamber aleyhine olumsuz bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler, İslâm’a girdikten sonra tekrar inkâra saplandılar ve ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler. Onların bu düşmanlıklarının tek sebebi, sonsuz lutuf ve bereketi sayesinde Allah’ın ve Râsûlullah’ın onları maddî ve mânevî nimetlerle zenginleştirmiş olmasından başka bir şey değildir. Her şeye rağmen eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, âhirette de can yakıcı bir azap ile cezalandıracaktır. Yeryüzünde de onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı olacaktır. Burada münafıkların sergiledikleri bir kısım menfi tutum ve davranışlar gözler önüne serilmektedir. Yalan yere yemin etmeleri, içlerinde gizledikleri küfrü ifşâ eden sözler söylemeleri, dıştan müslüman gözüktükleri halde içlerinin küfürle dolu olması ve İslâm sayesinde eriştikleri bolluk ve refaha teşekkür edecekleri yerde nankörlük edip müslümanlardan öç almaya kalkışmaları bunlardan bazılarıdır. Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili bazı rivayetler vardır. Bunlardan önemli gördüğümüz iki rivayete yer vermemiz, şüphesiz âyetin daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır Tebük seferi sırasında birisi Cuheyne, diğeri de Ğıfâr’dan iki kiş‏i kavga etmişti. Ğıfâr’dan olan Cuheyne’liyi bastırınca Cuheyneliler Ensar’ın anlaşmalı dostları olduğu için münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy “Ey Evs oğulları, kardeş‏inize yardıma koş‏un. Vallahi bizim ve Muhammed’in misali aynen Köpeğini semirt seni yesin» diyen adamın söylediği gibidir. Vallahi, eğer Medine’ye dönecek olursak içimizden daha aziz ve güçlü olan, daha zelil olanı oradan çıkaracaktır” demiş‏ ve onun bu sözünü duyan bir müslüman da gelip Peygamberimiz haber vermişti‏. Allah Resûlü de Abdullah’ı çağırtarak yanına getirtti‏, o da böyle bir ş‏ey söylemediğine dair yemin etmeye baş‏ladı. İş‏te bunun üzerine “Din ve Peygamber aleyhine olumsuz bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler” Tevbe 9/74 âyet-i kerîmesi nâzil oldu. ‏ Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 237; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257 Diğer rivayet ise şöyledir Resûlullah yanında olanlardan bir grup münafık onu öldürmeyi plânladılar ve plânı tatbik için fırsat kollamaya baş‏ladılar. Nihayet bir gece bir geçitte plânlarını uygulayabileceklerini dü‏şündüler. Tam geçitten geçeği sırada Efendimiz binitiyle birlikte vadiye itmeye karar verdiler. Bu sebeple bir kısmı ilerlerken bir kısmı da geride kaldı. O gece Resûlullah binitini çeken Ammâr b. Yâsir, arkadan süren de Huzeyfe idi‏. Huzeyfe birden develerin tırnak sesini duyup geri dönünce bu kiş‏ilerle karş‏ılaş‏tı‏ “Uzaklaş‏ın ey Allah’ın dü‏şmanları” diye bağırınca o mel’unlar isteklerine kavuşamadan oradan uzaklaşmak durumunda kaldılar. Resûl-i Ekrem de ilerleyerek konaklayacakları yere ulaştı.‏ Âyetin “Ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler” Tevbe 9/74 kısmı işte bu menfur teşebbüse işaret etmektedir. ‏ Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257 Münâfığın bir özelliği de Allah’ın verdiğine razı olmamak, kanaat getirmemek ve şükrünü ifâ edip edemeyeceğini düşünmeden daha fazlasını istemektir. Bunun gerçekleşmesi için de Allah’a tutamayacağı sözler vermesidir 75. Onlardan bir kısmı da “Eğer Allah lutf u keremiyle bizi zengin kılarsa mutlaka zekât ve sadaka verecek, kesinlikle dürüst ve iyi kimseler olacağız” diye Allah’a kesin söz vermişlerdi. 76. Derken, Allah onları lutf u keremiyle zengin kılınca cimrileştiler ve yüz çevirerek sözlerinden gerisin geri döndüler. 77. Bunun üzerine Allah, kendisine verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar bir daha temizlenmeyecek şekilde, kalplerinin tam ortasına o çirkin nifak hastalığını yerleştirmiştir. 78. O münafıklar bilmiyorlar mı ki, Allah elbette kendilerinin gizlice ve fısıldaşarak konuştuklarının hepsinden haberdârdır. Ayrıca O, bütün gizlilikleri eksiksiz bilmektedir. Bu âyetlerin Ensar’dan Salebe b. Hatıp hakkında indiği rivayet edilir. Hâdise şöyle gerçekleşir Salebe Peygamberimiz “- Allah’a dua et de bana bol rızık ihsan etsin” diye talepte bulununca Efendimiz “- Yapma ey Salebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır” buyurdu. İkinci defa gelerek yine isteğini tekrarlayınca Peygamberimiz şöyle buyurdu “- Allah’ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların altın olup benimle beraber yürümesini isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece yürürlerdi.” Buna rağmen Salebe “- Seni hak din ile gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer sen Allah’a dua edip O da bana bol mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hak sahibine hakkını vereceğim” diyerek talebinde ısrar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz ona dua etti. O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi çoğaldılar. Medine ona dar geldi. Bu sefer Medine’nin dışına çıktı, Medine vadilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bir artıp çoğaldı, bu sefer, Cuma namazı müstesna, Peygamber ve cemaati büsbütün terk etti. Koyunları artmaya devam etti, nihayet Cuma’ya da gelmez oldu. Resûlullah üç defa “Yazıklar olsun sana ey Salebe!” buyurdu. Daha sonra yüce Allah’ın “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” Tevbe 9/103 ayeti nâzil olunca Peygamberimiz zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. Onlara “- Sa’lebe’ye ve” Süleym oğullarından bir adamın ismini vererek “filana uğrayın ve onların zekâtlarını alın” buyurdu. Bunlar Sa’lebe’ye gittiler. Ona, Resûlullah gönderdiği mektubu okuttular. Bu sefer O “- Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizye değilse de onun bir benzeridir. Hele siz şimdi gidin, ben bir düşüneyim” dedi. Tahsildarlar dönüp durumu Peygamberimiz’e arzedince “Eyvah! Yazıklar oldu Sa’lebe’ye” buyurdu. Heysemi, VII, 31-32 Bu vesileyle gelen âyet, Allah Resûlü Tebûk seferi için maddi yardım çağrısında bulunduğu zaman münafıkların sergiledikleri cimrice tavırları haber vermektedir 79. Onlar, gönüllü olarak bol bol bağışta bulunan mü’minleri gösteriş yapmakla suçlayarak kınıyorlar. Öte yandan, çalışıp didinerek ancak imkânları ölçüsünde bulabildiklerini veren yoksul mü’minleri de “Bu üç beş kuruşa Allah’ın ihtiyacı mı var?” diye alaya alıyorlar. Oysa Allah, asıl kendilerini alay edilecek duruma düşürmüştür ve onların hakkı can yakıcı bir azaptır. Efendimiz’in yardım çağrısına zengin olsun fakir olsun bütün mü’minler var güçleriyle icâbet ettiler. Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf gibi zengin sahâbîler büyük miktarlarda cömertçe infakta bulundular. Fakir sahâbeler de ne kadar güçleri varsa o nispette bir şeyler getirip Allah Resûlü teslim ettiler. Mesela Asım b. Adiyy bir ölçek hurma getirmiş “Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar çalıştım. Karşılığında iki ölçek hurma kazandım. Birini çocuklarıma bıraktım, birini de Allah için buraya getirdim” demişti. Efendimiz de bunun, zekât olarak toplanan öteki hurmaların üzerine dökülmesini emretmişti. İşte münafıklar, kendileri bir katkıda bulunmadıkları gibi imkânları dâhilinde cömertçe yardımda bulunan samimi müslümanlarla da, imkânı olmayıp az bir şey getirenlerle de alay etmeye başladılar. Bol miktarda vereni gösteriş yapmakla suçladılar. Diğer taraftan fakir bir müslüman, ailesinin ihtiyaçlarından fedakârlık yapıp ayırdığı veya çalışıp çabalayıp biriktirdiği az miktarda bir sadaka getirdiğinde alay ederek “Şuna bakın hele; işte Roma İmparatorluğunun kalelerini fethetmeye yarayacak para!” dediler. bk. Buhârî, Zekât 10; Tefsir 9/11; Müslim, Zekât 72; Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 247-252 Peygamberimiz ve mü’minlerle alay etmede bu kadar ileri giden münafıkların, artık kendilerine ilâhî af ve bağışlanma kapısını kapattıklarını haber vermek üzere buyruluyor ki 80. O münafıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmişlerdir. Allah böyle inançsızlar ve itaatsizler gürûhuna doğru yolu göstermez. Son derece geniş bir merhamet ve müsamaha sahibi olan Resûlullah türlü türlü hile, tuzak ve bozgunculuklarına rağmen münafıklara hep af ve müsâmaha ile davranmıştır. Onların hallerini düzeltecekleri hususundaki ümidini hiç kaybetmeden vazifesine devam etmiştir. Zira münafıkların cehennemin en alt tabakasına atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapılmakta, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah’ın büyük mükâfatlara lâyık gördüğü müminlerle beraber olacakları haber verilmekte idi. bk. Nisâ 4/145-146 Dolayısıyla Efendimizin bu hali aynı zamanda bütün müslümanlara “Asıl fazilet, güçlü olduğu halde yanlış yoldaki insanları dışlama yönüne gitmeyip onların ıslahı ve kazanılması için çaba harcamak” olduğu yönünde kuvvetli bir mesaj ihtiva etmektedir. Fakat bu âyet-i kerîme, kendilerinden söz edilen münafıkların affedilme fırsatlarını tamamen yitirmiş olduklarını haber vermekte; Efendimiz’in istiğfarının bile artık onlara bir fayda sağlamayacağını açıkça beyân etmektedir. Çünkü bahsedilen bu münafıklar Allah ve Rasûlü’nü tamamen inkâr etmişlerdir. Münafıkların, Peygamber ile birlikte savaşa katılma hususunda sergiledikleri olumsuz tavırlara gelince 9 81. Sefere katılmayıp geride kalanlar, Allah Rasûlü’ne muhalefet ederek evlerinde oturup rahatlarına bakmakla pek sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd etmekten hiç hoşlanmayıp, yandaşlarına da “Bu sıcakta sefere çıkmayın” tavsiyesinde bulundular. De ki “Cehennem ateşi çok daha sıcaktır!” Keşke gerçeği anlayabilselerdi. 82. Artık onlar, kazandıkları günahlar yüzünden az gülsünler, çok ağlasınlar! Allah Resûlü aykırı davranmak ve onun karşısında yer almak büyük bir günah, böyle bir cürümde bulunduğuna sevinmek daha büyük bir günah, bunlar yetmiyormuş gibi sıcaklık bahanesiyle başkalarını da seferden vazgeçirmeye çalışmak ayrı bir günahtır. Böyle üst üste zifiri karanlıklar gibi günaha batmış olanlara düşen sevinmek değil; az gülüp çok ağlamaktır. Çünkü bu gidişin sonu, kesinlikle pişmanlık, azap ve hüsran olacaktır. Müslümana yakışan da az gülmek çok ağlamaktır. Zira Allah Resûlü hüzünlü hali sevinç halinden daha çok olurdu. Kahkahayla asla gülmez, gerektiğinde sadece tebessüm ederdi. Ashâb-ı kirâm da gülerdi. Ancak çokça gülmek ve insanı menfi yönde etkileyecek şekilde sık sık gülmeye devam etmek yasaklanmıştır. Hatta hadis-i şerifte “çokça gülmenin kalbi öldürdüğü” beyân edilmiştir. Tirmizî, Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19 Peygamber Efendimiz gülmek ve ağlamakla alakalı olarak şöyle buyurur “Allah’a yemin ederim ki, eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz şüphesiz az güler çok ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah’a yüksek sesle feryad ile dua ederdiniz.” Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19 Bu hadisi rivayet eden Ebu Zer “Keşke koparılan bir ot olsaydım, diye temenni ederim” der. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 173 Allah korkusundan, azabının dehşetinden ve çetin cezasından dolayı ağlayabilmek güzel bir haslettir. Nitekim Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur “Ağlayın, ağlayamayacak olsanız dahi ağlar gibi yapın.” İbn Mâce, Zühd 19 Mü’min, hiçbir zaman cehennem azabının şiddetini aklından çıkarmamalı, ondan Allah’a sığınmalıdır. Bir gün Resûl-i Ekrem “- Sizin yaktığınız ateşin sıcaklığı, cehennem ateşinin sıcaklığının yetmişte biri kadardır” buyurunca ashâb-ı kirâm “- Ey Allah’ın Resûlü! Dünya ateşi bile insanı cezalandırmaya yeter” dediler. Resûlullah Efendimiz şöyle buyurdu “- Cehennem ateşi dünya ateşinden altmış dokuz derece daha can yakıcı kılındı; onların her bir derecesi dünya ateşi kadar şiddetlidir” Buhârî, Bed’u’l-halk 10; Müslim, Cennet 30 Nebiyy-i Ekrem cehenem azabının şiddetinden söz ettiği bir başka hadisinde de şöyle buyurur “Şüphesiz kıyâmet gününde cehennemliklerin azabı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir.” Buhârî, Rikâk 51; Müslim, İman 362-364 Dünya zevklerini ebedî âhiret nimetlerine tercih edip Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelen münafıklara dünyada uygulnacak bazı cezaları bildirmek üzere şöyle buyruluyor 83. Eğer Tebük seferinden sonra Allah senin onlardan bir topluluğun yanına dönmeni nasip eder de, o topluluk bir başka savaşa çıkmak için senden izin isterse onlara de ki “Siz, bundan böyle bir daha benimle cihâda çıkmayacak ve benimle birlikte herhangi bir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz sefere ilk çağrıldığınızda evinizde oturmayı tercih ettiniz. O halde şimdi de geri kalanlarla birlikte oturmaya devam edin.” 84. Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasûlü’nü inkâr etmişler ve yoldan çıkmış kimseler olarak ölmüşlerdir. 85. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünyada bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir. “Onlardan bir topluluk” ifadesi, Medine’de kalıp sefere çıkmayanların hepsinin münafık olmadığını gösterir. Çünkü bunlar arasında mazereti uygun görülenler vardı. Hiçbir mazereti olmadığı halde daha sonra affa mazhar olan ve tevbeleri kabul olunan kimseler de vardı. bk. Tevbe 9/118 Dolayısıyla burada özellikle Tebük seferine katılmamak için yalandan mazeretler uyduran, havaların aşırı sıcak olduğu bahanesine sığınan, aynı zamanda başkalarını da sefere çıkmaktan caydırmaya çalışan münafıklara, Resûlullah ile beraber bir daha ebedi olarak sefere çıkmaları ve onunla beraber düşmana karşı savaşmaları yasaklanmaktadır. Bu, onlara layık görülen ve bir daha affedilme fırsatlarını kaybettiklerini haber veren pek büyük bir manevî cezadır. Bunlardan ölenlerin imansız olarak can verdikleri bildirilip, Peygamberimiz’e de onların cenâze namazlarını kılmaması emredilmektedir. Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selûl ölünce, samimi bir müslüman olan oğlu Abdullah, babasının bağışlanmasına vesile olacağı ümidiyle ve ona kefen yapmak düşüncesiyle Resûl-i Ekrem gömleğini istedi. Efendimiz ona gömleğini verdi. Sonra Abdullah Peygamberimizden babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi. Efendimiz cenaze namazını kıldırmak üzere kalkınca Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in elbisesini tutarak “- Ey Allah’ın Rasûlü! Rabbin yasakladığı halde onun namazını kılacak mısın?” dedi. Peygamber Efendimiz ona “Rabbim bana, O munâfıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecektir» Tevbe 9/80 buyurmak suretiyle af dileyip dilememekte beni serbest bıraktı. Ben ona yetmiş defadan fazla af dileyeceğim” diye cevap verdi. Hz. Ömer “- İyi ama, o munâfık!” dedi. Resûlullah onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine, “Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma…” Tevbe 9/84 âyeti nâzil oldu. Buhârî, Cenâiz 22; Müslim, Munâfikîn 3 Âyette yer alan “kabrinin başında da durma” Tevbe 9/84 ifadesini Efendimiz’in cenazenin defninden sonraki tatbikatına göre açıklamak uygun olur. Resûl-i Ekrem bir müslümanm cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir süre durur ve etrafındakilere şöyle buyururdu “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için dua ediniz; zira şu anda o hesaba çekilmektedir.” Ebû Dâvûd, Cenâiz 69 Bu bakımdan gönlümüzü nifak lekelerinden arındırıp hesabımızı kolaylaştırmak için Allah yolunda cihada çağrıldığımızda hemen koşmalı, şu âyetlerde haber verilen münafıkça tavırlardan uzak durmalıyız 86. “Allah’a iman edin ve Rasûlü ile beraber cihâda çıkın” diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet ve imkân sahibi olanlar savaşa gitmemek için hemen senden izin istemeye kalkar ve “Bırak bizi, şu evlerinde oturan kadın ve çocuklarla beraber kalalım” derler. 87. Böylece seferden geride kalanlarla beraber bulunmayı tercih ettiler ve kalplerinin üzerine mühür vuruldu. Bu sebeple onlar gerçeği ve meselenin özünü idrak edemezler. Tebük seferine çıkmayı emreden sûre ve âyetler geldiğinde, gerçek mü’minler hiç tereddüt göstermeden savaş çağrısına hemen icâbet ettiler. Münafıklar ise mazeretler uydurdular. Bunlardan servet sahibi zenginlere, nefsani arzularını terkedip sefere çıkmak ağır geldi. Geride kalıp oturanlarla beraber bulunmayı tercih ettiler. 87. âyetteki “geride kalanlar” diye tercüme ettiğimiz اَلْخَوَالِفُ havâlif kelimesine şu mânalar verilebilir › Kadınlar Çünkü kadınlara benzetmek, münafıkların son derece ağırlarına giden bir ifade idi. › Çocuklar, yaşlılar, özür sahibi erkekler, › Peygamberimiz’in emrine karşı çıkanlar. Münafıkların bahsedilen tutum ve davranışlarından uzak durduğumuz gibi buna karşılık Resûlullah ve ashabının örnek hayatını kendimize ölçü almalıyız 88. Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 89. Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş ve başarı işte budur. Önceki âyetlerde cihad emri karşısında sergilenen münafıkça tutum ve davranışlardan bahsedildi. Burada ise, çağlar boyu gelecek insanlara örnek olması bakımından Peygamberimiz’in ve beraberindeki mü’minlerin takdire şâyan güzel hallerine temas edilmektedir. Onlar, bütün ihlas ve samimiyetleriyle, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Böylece bütün hayırlara, ebedî kurtuluşa ve her türlü cennet nimetlerine nâil oldular. Sefere katılmamak için ileri sürülen mazeretlere gelince, bunların bir kısmı düpedüz yalandı. Fakat haklı gerekçeleri olanlar da vardı 90. Bedevîler arasından savaşa katılmalarını engelleyecek geçerli mazereti olanlar, gelip seferden muaf tutulmaları için kendilerine izin verilmesini istediler. Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olmayıp yalan söyleyenler ise, özür beyân etme zahmetine bile katlanmadan evlerinde oturmayı tercih ettiler. Onlardan küfürde kalmayı sürdürenlere pek acı bir azap isabet edecektir. اَلْاَعْرَابُ el-arâb, çölde yaşayan kaba saba insanları ifade eden bir kelimedir. Bunlardan daha çok “bedevî” olarak bahsedilir. Medine’nin çevresinde İslâm’ı kabul etmiş bedevîler vardı. Sefer ilanı yapılınca bunlar üç ayrı gruba ayrıldılar. Bir grup sefere katılma kararı aldı. Bir grup çeşitli bahaneler ileri sürerek sefere katılamayacaklarını bildirdi. Allah ve Peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyân etme ihtiyacı bile duymadan, oldukları yerde oturup kaldılar. Bunlardan haklı mazeretleri olanlarının bağışlanma ihtimali olmakla birlikte, inkâr edenlerine yakında başlarına gelecek elim bir azap uyarısı yapılmaktadır. Akabinde sefere katılmayı engelleyecek haklı gerekçeler şöyle beyan edilmektedir 10 91. Allah’a ve Rasûlü’ne karşı samimi oldukları sürece zayıflara, hastalara ve savaşa hazırlanmak için maddî imkân bulamayanlara sefere katılmadıkları için herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur. Zâten böyle dürüst olup, geride kaldıklarında hep iyilikle meşgul olanları kınamak için herhangi bir sebep söz konusu olamaz. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Şu üç gruba savaşa katılmama müsaadesi verilmektedir Zayıflar, güçsüzler, sefere veya savaşa çıkacak mecâli olmayanlar, Hastalar, Maddî imkânları yetersiz kimseler. Bunlar geride kaldıkları zaman Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olacaklar; fitne ve fesat çıkarmadan, yalan haberler yaymadan duracaklar; mümkün oldukça da savaşa katılanların ailelerine yardımcı olup moral vereceklerdir. Resûlullah şöyle buyurmuştur “Medine’de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi geçtiyseniz, mutlaka onlar onda sizinle birliktedirler.” Ashâb-ı kirâm - Ey Allah’ın Rasûlü! Medine’de bulundukları halde nasıl bizimle beraber olabilirler? dediklerinde Efendimiz “Zira onları, mazeretleri alıkoydu” buyurdu. Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre 159 Efendimiz bahsettiği kişilere örnek olması bakımından şimdi durumları bildirilen Allah, Resûlullah ve cihad aşıklarının halleri ne kadar gönülleri derinden etkileyecek misallerdir 92. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” diye cevap verdiğin zaman, sefer için maddî imkân bulamamanın verdiği üzüntüyle gözyaşları dökerek geri dönenlere de herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur. Ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bazan üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah Resûlü ile beraber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allah Resûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca, ağlaya ağlaya döndüler. Âyet-i kerîme bunlardan bahseder. Âyetteki ilâhî iltifata mazhar olan kişilerden Abdurrahman b. Kab ile Abdullah b. Muğaffel, Allah Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn Yâmin onlara “–Siz niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. “–Bize binit sağlaması için Resûlullah’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allah Resûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir hayvanımız yok!” dediler. İbn Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hz. Abbâs, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hz. Osman da üçüne binit sağladı. İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 172; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 994 Bir kısım ihtiyaç sahiplerine de daha sonra Allah Resûlü binek temin etti. Buhârî, Meğâzî 78 Seferden muaf oldukları hâlde Allah Resûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin karşılığında sefere katılma nimet ve şerefine nâil oldular. İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Allah yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir. Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı da Vâsile b. Eskâ şöyle anlatıyor “Tebük seferine çıkılacağı günlerde Medine’de şöyle seslendim –Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?» Ensâr’dan yaşlı bir zât, nöbetleşe binmek üzere beni sefere götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; Anlaştık!» deyince –Öyleyse Allah’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allah ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar düştü. Bunları sürüp Ensârî’ye getirdim. O bana –Develerini al götür» dedi. –Başta yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin» dedim. Ama Ensârî –Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. Ben sevabına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm» dedi.” Ebû Dâvûd, Cihâd 113/2676 İmkânı olsun olmasın her fırsatta böylesine bir samimiyetle Rabbinin rızâsını arayan hakiki mü’minlerin yanında, cihaddan kaçmak için bahaneler bulup girecek delik arayanlar da vardır ki, bunların vebâlden kurtulması mümkün değildir 93. Sorumluluk ve vebâl ancak, zengin oldukları halde sırf cihattan kaçmak için çeşitli bahanelerle senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geride kalması tabii olan kadın ve çocuklarla beraber bulunmayı tercih ettiler; Allah da kalplerini mühürledi. Bundan dolayı artık onlar gerçeği bilemezler. اَلسَّبِيلُ sebîl “yol”dan maksat; sorumlu tutmak, kınamak, cezalandırmak, günah işlendiğini bildirmektir. Bahsedilen kişiler, imkânları olduğu halde yalandan bahaneler uydurarak, sırf savaştan kaçmak için izin isteyen münafıklardır. Burada onlara tekrar temas edilmesinin sebebi ise, yapılan işin ne kadar fenâ olduğunu tekitle bildirmek ve insanları bu nevi kötü davranışlardan şiddetle sakındırmaktır. Faziletli insan olmak zor, alçaklığa düşmek ise kolaydır. Hz. İsâ’ya “İnsanların hangisi daha şereflidir?” diye sorulunca iki eline birer avuç toprak alıp “Bu ikisinden hangisi daha şereflidir?!” diye sorar. Sonra avuçlarındaki toprağı birleştirip yere atar ve “İnsanların tümü topraktandır. Onların Allah katında en değerli olanları, en çok takvâ sahibi olanlarıdır” buyurur. Şu halde yücelik ve şeref, takvâda, mücâhedeyi rahata, hüznü ve ağlamayı sevinç ve sürûra tercih etmektedir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur “Kıyamet gününde insanların Allah’a en yakın olanları, hüznü, susuzluğu ve açlığı çok olanlardır.” Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 287 Allah Teâlâ münafıkların sevinmelerini ve alay etmelerini kötülemiş, ihlaslı mü’minleri de hüzünlü olmaları ve ağlamaları sebebiyle övmüştür. Münafıkların gülmeleri çok ağlamaya, ihlaslı mü’minlerin ağlamaları ise ardı arkası gelmeyen surûra, neş’eye ve tebessüme sebep olacaktır. Gelen âyetler, mü’minlerin Tebük seferinden zaferle ve selametle döneceklerini müjdelemekte, sefere geçerli bir mazereti olmadan katılmayanların ise hüsrana uğrayacaklarını haber vermektedir 94. Sefer dönüşü kendileriyle karşılaştığınız zaman o münafıklar size özür beyân edecekler. De ki “Boşuna özür dilemeye kalkmayın; size asla inanacak değiliz. Çünkü Allah mazeretlerinizin geçersizliği ile alakalı olarak nifak ve yalanlarınızı bize haber verdi. Bundan böyle de Allah ve Rasûlü, ne yapacağınıza bakacak. Sonra da duyuların kapsam alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna varacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir. 95. Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde, kendilerini kınamaktan vazgeçmeniz için size Allah adına yemin edecekler. Artık onları kınamaktan ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir. Kazandıkları günahlar yüzünden varacakları yer cehennemdir. Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. Kurtubî, el-Câmi, VIII, 231 Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir. Muhammed Bâkır demiştir ki “Babam Zeynelâbidîn bana tavsiyede bulunup şunları söyledi Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma › Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi. › Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger. › Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir. › Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır. › Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620 Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince 96. Yine kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, şunu bilin ki Allah, yoldan çıkmış o günahkârlar gürûhundan asla hoşnut olmaz. Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. Kurtubî, el-Câmi, VIII, 231 Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir. Muhammed Bâkır demiştir ki “Babam Zeynelâbidîn bana tavsiyede bulunup şunları söyledi Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma › Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi. › Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger. › Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir. › Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır. › Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620 Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince 97. Göçebe çöl bedevîleri, câhillikleri ve eğitimsizlikleri sebebiyle küfür ve nifakta şehirlilerden daha şiddetli olup, konumları ve içinde bulundukları şartlar itibariyle Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmeme onlardan daha çok beklenir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır. اَلأعْرَابُ el-arâb bedevîler demek olup اَلأعْرَابُي arâbî kelimesinin çoğuludur. اَلْعَرَبُ arap ise اَلْعَرَبِيُّ arabî kelimesinin çoğulu olup özel bir ırkın yani bildiğimiz Arapların adıdır. “Arap”, o ırkın hem şehirde hem de çölde yaşayanlarına şâmildir. “A’râb” ise bu ırkın sadece çölde yaşayanlarına verilen addır. Bunlar daha çok “bedevî” olarak bilinir. Çölde yaşayan bedevîler, şehirlerde yaşayanlardan kâfirlik ve münafıklık bakımından daha şiddetlidirler. Çünkü yaşadıkları çöl hayatı kalplerinin katılığını artırmış, huylarını sertleştirmiştir. Kolay kolay itaate yanaşmaz, emre boyun eğmezler. Bu yönleriyle âdetâ vahşî hayvanlara benzerler. Kalplerindeki katılık da onlarda kibir, gurur, övünme ve haktan sapma gibi kötü hasletlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu halleriyle onlar Resûlullah indirilen hükümlerin, ahlâk ve âdâbın sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Çünkü onlar Peygamberimiz’in sohbetlerinden uzak, onun mûcizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibâdet ve diğer ahkâmın tatbik ediliş biçimlerini tanıma şerefinden mahrum kalmışlardır. Bu yüzden tevhid ve âhiret akidesinin ve peygamberliğin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla alakalı delillerin inceliklerini, şer’î hükümlerin muhtevâ ve hudutlarını tam mânasıyla bilemeyebilirler. Derin fıkhî mevzular şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemeyecek bir haldedirler. Fakat bunların hepsi bir değildir. Burada iki grubundan kısaca bahsedilmektedir. Birinci grup 98. Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda verdiklerini kendilerinden zorla alınmış bir angarya sayar ve bundan kurtulmak için sizin başınıza felâketlerin gelmesini gözetleyip durur. O kötü felâketler, belâlar kendi başlarına gelsin. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir. Bahsedilen bedevîler Allah yolunda harcayacağı malı, sadaka olarak yapacağı infakı zorla ödenmiş bir borç, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızâsını umarak vermediği ve karşılığında bir sevap beklemediği için verdiği o mal, onun anlayışına göre ganimet değil, tam aksine bir cereme olur. Gönlü rahatlatan, ruha inşirah veren hayırlı bir kazanç değil, aksine ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Bu harcamalar, ibâdet kastı olmaksızın, sırf gösteriş ve takiyye gibi menfi düşüncelerle yapıldığından tam mânasıyla bir zarar ve hüsran olur. Bu sebeple Peygamberimiz’in ölmesini, müslümanların başına belâların, musibetlerin gelmesini, devletlerinin yıkılmasını ve böylece infak etme zahmetinden kurtulmayı gözetleyip durur. İkinci grup 99. Ama bir kısım bedevîler de var ki, Allah’a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadığını Allah’a yakınlaşmaya ve Peygamber’in duasını kazanmaya vesile sayar. Gerçekten de, hayır yolunda yaptıkları harcamalar onlar için Allah’a birer yakınlaşma vesilesidir. Allah onları husûsî rahmetine erdirecektir. Hiç şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Burada ise, önceki grubun mukâbilinde Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve yapacağı harcamanın Allah katında yakınlığa ve Peygamberimiz dua ve istiğfarına vesile olacak hayırlı bir iş olduğuna inanan bir gruptan söz edilir. Allah Resûlü böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket niyazında bulunur ve onlar için Allah’tan mağfiret niyaz ederdi. Dolayısıyla onların hayır yolunda yaptıkları harcamalar gerçekten de Allah’a yakınlaşma sebebidir. Allah onların hayırlarını kabul buyuracak, bu vesileyle onları rahmetine dâhil edecek; cennetine, nimetine, ebedî saadet ve selâmetine erdirecektir. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve sonsuz merhamet sahibidir. Şunu ifade etmek gerekir ki, tarih bize Resûlullah zamanında yaşayan kâfirler ve münafıkların, bütün zamanların kâfir ve münafıklarının en sert, en acımasız, en kurnaz, en riyâkar, eğitilmeye en uzak ve kökleşmiş inanç, âdet ve yaşayışlarına bağlılıkta en mutaassıp olduklarını haber vermektedir. Konuyla ilgili Kur’an âyetleri de bunun böyle olduğunu apaçık göstermektedir. Fakat Resûl-i Ekrem Allah’ın izniyle bu insanlardan çok kısa bir sürede bütün zamanların ilme ve düşünceye en açık, en merhametli, en faziletli, kıyâmete kadar gelecek nesillere öğretmen olacak mükemmel ve muhteşem bir nesil çıkarmıştır. Öyle ki onlar “Sahâbe Nesli” olarak anılacak ve artık kıyâmete kadar milyarlarca insanın saygı ve sevgisine mazhar olacak yüksek bir mevkiye ulaşmışlardır. Bu Resûlullah tarihte bir benzerine rastlanmayan mûcizelerinden biridir. İşte bu münâsebetle burada üçüncü bir gruptan bahsedilir ki, onlar kulluk ve fazilette zirvelere tırmanmış, Allah yolundaki fedakârlık ve feragatleriyle kıyamete kadar gelecek imanlı nesillere örnek olacak mükemmel bir İslâmî hayat sergilemişlerdir 100. İslâm’ı kabul ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur. “Muhâcir ve Ensâr’ın ilkleri”nden maksadın kimler olduğu hakkında şu izahlar yapılır › İki kıbleye; hem Mescid-i Aksâ’ya hem Mescid-i Haram’a doğru namaz kılmış olanlar, › Bedir savaşına katılanlar, › Hudeybiye’de ağaç altında yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’da hazır bulunanlar, › “Muhacir ve ensar” olarak vasıflandırılan ilk müslümanlar, yani bütün sahâbeler. “Bunların yoluna en güzel şekilde uyanlar” Tevbe 9/100 ise muhâcir ve ensârın, Allah Resûlü’ne itaat ve İslâm’ı güzel yaşama hususundaki örnek hal ve hareketlerine tabi olan kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerdir. Bu âyet-i kerîme sahâbe-i kirâmın, özellikle içlerinde ön safları tutanların ve büyük bir aşk, iştiyak, dikkat ve titizlikle onların izlerini takip edenlerin Hak katındaki değer ve yüceliğini ifade bakımından büyük bir önem taşımaktadır. müslüman âlimler, sahâbe-i kirâmın peygamberlerden sonra bütün insanların en faziletlisi olduğu hakkında görüş birliği içindedir. Hasan Basrî Hazretlerine ashâb-ı kirâmdan soruldu. Önce içli içli ağladı, sonra şöyle anlattı “Onlarda hep iyilik ve hayır alâmetleri vardı. Bu alâmetler yüzlerinden belliydi. Oturmaları, kalkmaları, konuşmaları hep hayrı anlatırdı. Onların giyimleri orta halli idi; güzel olurdu. Onların tutuşları hoştu; tevazuu dile getirirdi. Onların konuşmaları dâimâ iyi ve güzel olan şeyleri işlemeye dairdi. Onlar yerken içerken rızkın en temizini, helâlini seçer yerlerdi. Onlara Yüce Rablerine taat için eğilirlerdi; boyunlarını O’nun emri karşısında bükerlerdi. Sevdikleri işte hep O’nun emrini gözetirlerdi; sevmedikleri işte de hep O’nun emrini gözetirlerdi. Onlar Yüce Hak için verirlerdi; bu verdiklerini candan verirlerdi. Bu halleri onların mâna susuzluklarını giderirdi, cisimlerini zayıflatırlardı. Onlar, Yüce Hakk’ı hoşnut etmek yolunda, kulların darılmasına önem vermezlerdi. Onlar, öfkede aşırı gitmezlerdi. Onlar, Allah’ın hükmü dışına çıkmazlardı. Onlar, Kur’an’a tutunur ve sünnet üzere hareket ederlerdi. Onlar, dillerinde Allah zikri ile dolaşırlardı. Onlar, kendilerinden yardım istendiği zaman, kanlarını Allah yolunda akıtırlardı. Onlar, kendilerinden Allah rızâsı için borç istendiği zaman, mallarını seve seve verdiler. Onlar, ahlâkları gâyet güzel olan zatlardı. Onlar, dünyalığın azı ile yetindiler. Onlar, öbür âlemin yolunu tutuncaya kadar hep böyle oldular, oldukları gibi göründüler.” el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 338[1] Fakat bu büyük ve ebedî nimetlerden habersiz olan bir takım beyinsizler, onulmaz bir iç yarası ve telafisi imkânsız bir zarar karşılığında münafıklık yapmaya devam etmektedirler Bu âyet-i kerîmede dikkat çeken mühim ve ince bir nokta vardır Kur’ân-ı Kerîm, cennetlerden bahsederken devamlı olarak kullandığı ve “altlarından ırmaklar akan cennetler” diye meâl verdiğimiz جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتهَا الْاَنْهَارُ cennâtin tecrî min tahtiha’l-enhâr ifadesinde تَحْتهَا tahtihâ kelimesinden önce “baziyet” yani bir sınırlama ifade eden مِنْ min harfini getirir. Dikkat çekicidir ki bu âyette bu harf yoktur ve söz konusu ifade تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ tehteha’l-enhâr şeklinde gelmiştir. Bunun işaret ettiği mâna şudur Sahâbe-i kirâma vaat edilen ırmaklarda bir kısıtlama yoktur ve onlara müjdelenen cennetler bütünüyle ırmaklarla kaplıdır ki, bu da, onlara ihsan edilecek cennetlerin, diğerlerine nispeten daha muhteşem ve nimetlerle dolu olacağını gösterir. Ünal, s. 440 Tevbe Sûresi 50-51. Ayet Tefsiri Hakkında Konusu Nuzül Fazileti Tevbe Sûresi Hakkında Tevbe sûresi Medine’de hicretin 9. senesinde nâzil olmuştur. 129 âyettir. En son inen sûrelerden biridir. Mushaf tertîbine göre 9, nüzûl sırasına göre 113. sûredir. Meşhur isimleri “Tevbe” ve “Berâe”dir. “Tevbe”, tevbeyi konu alan 102-118. âyetlerinden alınmıştır. “Berâe” ise “beri olmak, ilişiği kesmek, ihtâr, ültimatom” mânalarına gelir. Sûrenin ilk kelimesinden alınmıştır. Sûre bunlar dışında çeşitli isimlerle de anılmaktadır اَلْمُقَشْقِشَةُ Mukaşkışe Nifak alametlerinden uzaklaştıran, اَلْمُبَعْثِرَةُ Mübasire Münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya seren, اَلْمُث۪يرَةُ Müsîre Gizlilikleri meydana çıkaran, اَلْحَافِرَةُ Hâfire Münafıkların sırlarını eşeleyen, اَلْمُخْزِيَةُ Muhziye Münafıkları rezil rüsvâ eden, اَلْمُنَكِّلَةُ Münekkile Münafıkları cezalandıran. Öyle ki, Huzeyfe bu sûre hakkında “Sizler bu sûreye Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi dışarıda bırakmaksızın hepsini sarsmış ve sorgulamıştır” demiştir. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 172 Tevbe Sûresi Konusu Aslında sûrenin isimleri, onun hangi mevzulardan bahsettiğini de ifade etmektedir. Bu bakımdan sûrenin en önemli konuları, sûrenin nüzûl tarihi itibariyle müşriklerle ve Ehl-i kitapla münâsebetler ve bunlara tatbik edilecek hükümler; Bizans ordusuna karşı çıkılan Tebük seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında yaşanan dikkat çekici hâdiseler; bu süreçte müslümanların ve münafıkların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır. Sûre ayrıca müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, onların İslâm birliğini parçalamak için yaptıkları Mescid-i Dırar’dan bahseder. Sûrenin sonunda ise müminlerin sahip olmaları gereken bazı vasıflar, cihada teşvik, peygamber göndermenin insanlık açısından ehemmiyeti gibi mevzulara temas edilir. Tevbe sûresi, başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Bunun birinci sebebi, Allah Resûlü böyle yapmış olmasıdır. İkinci sebebi şudur Besmele emândır. Bu sûre ise kılıçla ve ahdi bozanlara karşı bir ültimatomla başlamaktadır. Dolayısıyla iki zıt şeyin bir arada bulunması uygun görülmemiştir. Ayrıca müslümanların burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, sahâbe ve tabiin dönemlerinde herhangi bir ictihatla buraya besmele yazılmasına karar vermemeleri, Kur’ân metninin Peygamberimiz’den itibaren en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının açık delillerinden biridir. Tevbe Sûresi Nuzül Sebebi Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz on üçüncü sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Müfessirler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke’de inmiştir. 113. âyetinin de Mekke’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nâzil olmaya başlayan bu sûrenin Kur’an’ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir rivayet de vardır Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441. İçeriği ve konusuna ilişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi’nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince ve seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine’den Tebük’e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini göstermektedir bk. Esed, I, 343. Aşağıda açıklanacağı üzere sûrenin baş kısmı Tebük Seferi’ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir. Hz. Peygamber Tebük Seferi’nden döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk Mücâhid’den yapılan rivayete göre on üç âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu söyledi Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV, 218. Tevbe Sûresi Fazileti Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır a Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz Elmalılı, IV, 2442-2443. b Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği Derveze, XII, 66 veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı Âlûsî, X, 61 gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır. Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah’ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber’den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179. Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzübesmele okumaksızın kıraate devam edilir. اِنْ تُصِبْكَ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْۚ وَاِنْ تُصِبْكَ مُص۪يبَةٌ يَقُولُوا قَدْ اَخَذْنَٓا اَمْرَنَا مِنْ قَبْلُ وَيَتَوَلَّوْا وَهُمْ فَرِحُونَ ﴿٥٠﴾ قُلْ لَنْ يُص۪يبَنَٓا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَاۚ هُوَ مَوْلٰينَاۚ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٥١﴾ Karşılaştır 50 Sana bir iyilik gelse, bu onları üzer. Fakat sana bir musîbet dokunsa “İyi ki biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler. Karşılaştır 51 De ki “Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız’dır. Mü’minler, yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.” TEFSİR Münafıkların temel karakter özelliklerinden biri şudur müslümanlara bir iyilik, güzellik, refah, saadet, başarı veya zafer geldiği zaman buna çok üzülürler. Onlara bir musibet, ölüm, sıkıntı, darlık, hastalık dokunduğu zaman da çok sevinirler. “İyi ki biz önceden tedbirimizi alıp, kendimizi zarardan korumuşuz” diye keyiflenirler. Bu ise imanın değil küfrün, dostluğun değil düşmanlığın açık bir alâmetidir. müslümanlar ise hayır veya şer başlarına gelen her şeyin Allah’ın takdiriyle geldiğine inanırlar; iyiliklere şükreder, sıkıntılara sabreder ve vazifelerini yerine getirmeye çalışıp her durumda yalnız Allah’a güvenip şöyle buyurur“Kul hayrıyla ve şerriyle kadere inanmadıkça hatta başına gelecek bir musibetin asla şaşırmayacağını, başına gelmeyecek bir musibetin de asla gelmeyeceğini bilmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz.” Tirmizî, Kader 10Bu sebeple Peygamberimiz şöyle demesi tavsiye olunuyor Kaynak Ömer Çelik Tefsiri Kuran-ı Kerim’in 9. suresi olan Tevbe Suresi, Medine’de nazil olmuştur ve 129 ayettir. Tevbe Suresi Anlamı, Arapça-Türkçe okunuşu ve Diyanet MealiTevbe SuresiSon iki âyet hariç Medine döneminde, Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda inmiştir. 129 Suresi 129 Ayetten oluşmaktadır. Kuran-ı Kerim’in dokuzuncu suresidir. Tevbe Suresi 10. Cüzde yer alır. Tevbe kelime anlamı olarak tövbe, istiğfar anlamına gelir. Medine’de nazil olmuştur. 10873 harften oluşmaktadır. Kuran-ı Kerim’de iniş sırasına göre 113. adını Allah’ın kullarının tövbesini kabul edeceğini bildirdiği 104. âyetten almıştır. İlk âyette geçen “berâet” kelimesinden dolayı sûreye Berâe sûresi adı da verilmiştir. Başında besmele olmayan tek Suresi Hakkında Kısa BilgiBu sure adını 104. ayetten alır. Bu ayet tevbeyle ilgili olduğu için sureye bu isim verilmiştir. Surenin diğer meşhur ismi “Berâe” kelime anlamı olarak; aklanmak, yükümlülükten kurtulmak, azade olmak gibi anlamlara surenin ilk kelimesidir. Sûrenin bundan başka Mukaşkışe, Mübasıra, Müşerride, Muhziye, Kadime, Musıra, Hafira, Münekkile, Müdemdime, Azab gibi pek çok ismi vardır. Sure 129 Suresi 128 ve 129. ayetler Mekke’de, diğerleri hicretin dokuzuncu yılında Medine’de, Hadid suresinden sonra inmiştir. Kurandaki resmi sıra itibarıyla 9. suredir. İniş sırası itibarıyla 113. Suresinin başında besmele yer besmelesiz oluşunun nedeni konusunda müfessirler iki görüş ileri görüşe göre surenin besmelesiz oluşunun nedeni, bu surenin Enfâl suresi’nin devamı olarak görüşe göre ise sure müşriklere bir ihtar ve onlara Yüce Allah’tan bir kesin uyarı olduğu için besmelesiz başlamaktadır. Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarının zikredilerek müşriklere hitap edilmesinin uygun olmadığı ileri sürülmüştür. Çünkü besmele, güven ve rahmet ifade eden bir Süresi Nüzul iniş SebebiHicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir, hac emîri olarak tayin edilmiş ve Müslümanlar hacca gönderilmişti. Bu sure inince Resûlullah s. a. Allah’ın emirlerini hacdaki insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’yi Ali hac kafilesine ulaştığında Hz. Ebu Bekir, “Amir olarak mı geldin, yoksa memur olarak mı?” diye sordu. Hz. Ali, sadece sureyi Mekke’de hacılara tebliğ ile memur olduğunu bildirdi. Hz. Ali bayramın birinci günü Akabe Cemresi yanında ayağa kalkarak kendisinin Peygamber tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu bildirdi ve bir hutbe okudu, sonra da Tevbe Suresinin başından 30 veya 40 ayet okuyarak şöyle dediDört şeyi tebliğe memurum, Bu yıldan sonra Kâbe’ye hiçbir müşrik yaklaşmayacak, Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi ziyaret etmeyecek, Müminden başkası cennete girmeyecek, Müşrik kabileler tarafından bozulmamış antlaşmalar, antlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte ve Tevbe Surelerinin Fazileti Hakkında Hadisi ŞeriflerPeygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki “Enfal ve Tevbe surelerini okumaya devam eden kimseye kıyamet gününde şefaat Ederim. Ve o kişi münafıklıktan uzak olur. Bu sureleri okuyan kişiye, münafık erkek ve kadınların sayısı kadar ecir yazılır. Arşı yüklenen melekler, o kişi ölünceye kadar onun için istiğfar ederler.”Her kim Tevbe suresinin son iki ayeti olan 128 ve 129. ayetini okumaya devam ederse, enkaz altında kalarak, boğularak, yanarak ve demir darbesiyle ölmez.” Suresi Fazileti ve SırlarıHer çeşit şerden kurtulmak için yedi defa Tevbe Suresi kim güneş doğmadan önce Tevbe suresinin 128, 129 ayetleri 10 kere okursa, hastalığına bi-iznillah şifa kim ketenden dokunmuş bir bez parçasına herhangi bir kameri ayın ilk günü Tevbe suresinin 46. ayetini yazar ve bu yazının çerçevesine hırsız olacağı şüphenilen veya evden kaçan kişinin ismini anne ismiyle beraber yazar …. oğlu/kızı … ve o yazılı keten parçasının ortasına çivi çakarak ayak basılmayan temiz bir toprağa gömerse, muradı kim Cuma gecesi teheccüd vaktinde Tevbe suresinin son ayetini ve “Ente yâ Rabbi Hasbi’ala fülânibni Fülanete. E’atıf kalbehü aleyye ve zellihü li.” duasını 300 kere okursa, buğzeden kimsenin bunları okuyan kişiye karşı sevgi beslemesine sebep El-Makri Rahmetullahi Aleyh şöyle anlatıyor-Ebubekir eş-Şibli Hazretleri yanıma geldi. O sırada mescidde bulunuyordum. Ayağa kalkıp ona saygı gösterdim. Bunun üzerine arkadaşlarım benim bu hareketimi yadırgamışlar. Bana gelip dediler ki-Siz Ali bin İsa el-Vezir geldiğinde önünden kalkmadınız da Şibli gelince kalktınız! Neden?-Resulüllah’ın Değer verdiği bir adamın önünde nasıl kalmayayım? Rü’yamda Resulüllah Efendimiz’i gördüm; bana dedi ki “Ya Ebubekir! Yarın olunca Cennet ehlinden bir adam sana gelecek. Gelince ona ikramda bulun!”Aradan yani Şibli geldikten iki gün geçince tekrar Resulüllah Efendimiz’i rüyamda gördüm ; bu kez bana dedi ki“Ya Ebabekir! Sen Cennet ehlinden bir adama ikramda bulunduğun için Allah da sana ikramda bulundu.”Bunun üzerinde bende sordum-Ya Resulallah! Şibli ne ile bu dereceye hak kazandı?-“O öyle bir adamdır ki beş vakit namaz kılar; her namazın arkasında zikrini yapar ve LEKAD CAEKÜM RESÜLÜN ayetini tevbe-128 sonuna kadar okur. Onun bu halie seksen yıldan beri devam eder. Böyle amel edene ikramda bulunmayayım mı?”diye cevap Davud’un süneninde rivayet olunduğuna göre; Ebu’d-Derdâ Hazretleri demiştir ki, Kim sabaha ve akşama erişdiği vakitlerde yedişer defa “Hasbiyalla hü lâ ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbü’l-arşi’l-azim” Tevbe Suresi 129. Ayet – Ondan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. O ulu arşın da sahibidir” diye dua ederse Allah onu üzen her şeye karşı ona yeter bu kelimelere olan güveninde ister sadık olsun, ister sadık olmayıp yalancı olsun.Ebû Dâvud, hadis no 5081, Suyuti, ed-Dürrü’l-mensur, 4/334Açıklama Bu kelimeleri sabah ve akşam vakitlerinde okumak, dünyevi ve uhrevi bütün sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Bu kelimeler öyle bereketlidir ki, onları tesirlerine inanarak okuyan kimseler bir yana, onların yapacağı tesire güveni tam olmayan okuyan kimseleri bile sıkıntılarından اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِTevbe Suresi Arapça, Latin Harfli Okunuşu Ve Türkçe MealiBismillâhirrahmânirrahîmRahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…Tevbe Suresi 1. Ayet Berâetun minallâhi ve resûlihî ilellezîne âhedtum minel muşrikîn muşrikîne. Anlamı Müşriklerden, ahd aldığınız kimselere Allah’tan ve O’nun resûlünden bir beraattir bir ihtardır.Tevbe Suresi 2. Ayet Fesîhû fil ardı erbeate eşhurin va’lemû ennekum gayru mu’cizîllâhi ve ennallâhe muhzîl kâfirînkâfirîne. Anlamı Artık yeryüzünde dört ay dolaşın. Ve muhakkak ki siz, Allah’ı aciz bırakamayacağınızı ve Allah’ın kâfirleri alçaltıcı olduğunu Suresi / Ayet-3 Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilen nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluh resûluhu, fe in tubtum fe huve hayrun lekum, ve in tevelleytum fa’lemû ennekum gayru mu’cizîllâh mu’cizîllâhi, ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîmelîmin. Anlamı Ve büyük hac Hacc’ul ekber günü, Allah’tan ve O’nun resûlünden insanlara bir bildiridir ilândır. Muhakkak ki; Allah ve O’nun resûlü, müşriklerden berîdir uzaktır. Bundan sonra eğer tövbe ederseniz, artık o tövbe etmeniz sizin için daha hayırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz, siz Allah’ı aciz bırakamayacağınızı biliniz. Ve kâfir kimseleri elîm bir azap ile uyar ikaz et.Tevbe Suresi / Ayet-4 İllellezîne âhedtum minel muşrikîne summe lem yankusûkum şey’en ve lem yuzâhirû aleykum ehaden fe etimmû ileyhim ahdehum ilâ muddetihim, innallâhe yuhıbbul muttekîn muttekîne. Müşriklerden ahd aldığınız kimselerden, sonradan sizden bir şey eksiltmeyenler ve size karşı birisiyle hiç kimseyle yardımlaşmayanlar müstesna. O taktirde onlara, onların müddetine kadar ahdlerini tamamlayın. Muhakkak ki Allah, takva sahiplerini Suresi / Ayet-5 Fe izenselehal eşhurul hurumu faktulûl muşrikîne haysu vecedtumûhum ve huzûhum vahsurûhum vak’udû lehum kulle marsad marsadin, fe in tâbû ve ekâmûs salâte ve âtûz zekâte fe hallû sebîlehum, innallâhe gafûrun rahîmrahîmun. Böylece haram aylar çıktığı zaman artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün ve onları yakalayın ve onları muhasara edin kuşatın. Gözetleme yerlerinin hepsine oturun onları gözaltında tutun. Bundan sonra eğer tövbe ederlerse ve namaz kılar ve zekât verirlerse o taktirde onların yolunu serbest bırakın. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’ Suresi / Ayet-6 Ve in ehadun minel muşrikînestecâreke fe ecirhu hattâ yesmea kelâmallâhi summe eblighu me’menehme’menehu, zâlike bi ennehum kavmun lâ ya’lemûnya’lemûne. Ve eğer müşriklerden birisi senden yardım isterse, o taktirde, Allah’ın kelâmını işitinceye kadar onu himaye et. Sonra onu emin olduğu yere ulaştır. İşte bu, onların bilmeyen bir kavim olmalarından Suresi / Ayet-7 Keyfe yekûnu lil muşrikîne ahdun ındallâhi ve ınde resûlihî illellezîne âhedtum ındel mescidil harâmharâmi, fe mestekâmû lekum festekîmû lehum, innallâhe yuhıbbul muttekînmuttekîne. Allah’ın ve O’nun resûlünün yanında müşriklerin nasıl bir ahdi olur? Mescid-i Haram yanında ahd aldığınız kimseler müstesna. Artık sizin için ikâme ettikleri şeyde ahdlerini tutarlarsa siz de onlar için ikâme edin ahdinizi yerine getirin. Muhakkak ki Allah; takva sahiplerini Suresi / Ayet-8 Keyfe ve in yazherû aleykum lâ yerkubû fîkum illen ve lâ zimmeh zimmeten, yurdûnekum bi efvâhihim ve te’bâ kulûbuhum, ve ekseruhum fâsikûnfâsikûne. Nasıl ahdleri olabilir ki? Eğer size karşı kuvvetlenirlerse birbirlerine arka çıkarlarsa sizin hakkınızda bir yakınlık akrabalık ve bir zimmet ahdlerinizden dolayı sahip olduğunuz hakları gözetmezler ve onların kalpleri direndiği halde sizi ağızlarıyla sözleriyle razı ederler ve onların çoğu Suresi / Ayet-9 İşterev bi âyâtillâhi semenen kalîlen fe saddû an sebîlihsebîlihî,innehum sâe mâ kânû ya’melûnya’melûne. Allah’ın âyetlerini az bir bedele sattılar. Böylece O’nun Allah’ın yolundan insanları men ettiler Sıratı Mustakîm’e insanların ulaşmasına mani oldular. Muhakkak ki; onların yapmış oldukları kötü fena bir şey muhakkak ki; onlar, kötü bir şey yapmış oldular.Tevbe Suresi / Ayet-10 Lâ yerkubûne fî mu’minin illen ve lâ zimmehzimmeten, ve ulâike humul mu’tedûnmu’tedûne. Mü’minler hakkında bir yakınlık ve bir zimmet gözetmezler mü’minlerin alacaklarını ödemezler. İşte onlar, onlar hakka tecavüz edenler haddi aşanlar Suresi / Ayet-11 Fe in tâbû ve ekâmus salâte ve âtuz zekâte fe ıhvânukum fîd dîn dîni, ve nufassılul âyâti li kavmin ya’lemûnya’lemûne. Bundan sonra eğer onlar, resûlün önünde Allah’a ulaşmayı dileyerek tövbe ederlerse ve namazı ikâme ederlerse kılarlarsa ve zekâtı verirlerse artık onlar, sizin dînde kardeşlerinizdir. Ve bilen bir kavim topluluk için âyetleri ayrı ayrı Suresi / Ayet-12 Ve in nekesû eymânehum min ba’di ahdihim ve ta’anû fî dînikum fe kâtilû eimmetel kufri innehum lâ eymâne lehum leallehum yentehûnyentehûne. Ve ahdlerinden sonra şâyet yeminlerini bozarlarsa ve dîniniz hakkında dil uzatırlarsa o taktirde küfrün önderleri ile savaşın. Çünkü onların muhakkak ki; onların, yeminleri yoktur. Böylece umulur ki Suresi / Ayet-13 E lâ tukâtilûne kavmen nekesû eymânehum ve hemmû bi ihrâcir resûli ve hum bedeûkum evvele merrehmerretin, e tahşevnehum, fallâhu ehakku en tahşevhu in kuntum mu’minînmu’minîne. Yeminlerini bozan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Ve onlar resûlü yurdundan çıkarmaya kalkıştılar karar verdiler ve sizinle savaşa ilk defa başlayanlar onlardır. Onlardan korkuyor musunuz? Halbuki Allah, şâyet mü’minlerseniz, O’ndan korkmanız için daha çok hak Suresi / Ayet-14 Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin mu’minînmu’minîne. Onlarla savaşın. Allah sizin ellerinizle onları azaplandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder zafere ulaştırır. Ve mü’minler kavminin göğüslerine şifa verir iyileştirir, ferahlatır.Tevbe Suresi / Ayet-15 Ve yuzhib gayza kulûbihim, ve yetûbullâhu alâ men yeşâ’u, vallâhu alîmun hakîmhakîmun. Ve onların kalplerindeki öfkeyi giderir. Ve Allah, dilediği kimsenin tövbesini kabul eder. Ve Allah; Alîm’dir bilen, Hakîm’dir hikmet sahibi, hüküm sahibi.Tevbe Suresi / Ayet-16 Em hasibtum en tutrekû ve lemmâ ya’lemillâhullezîne câhedû minkum ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lel mu’minîne ve lîcehlîceten, vallâhu habîrun bi mâ ta’melûnta’melûne. Yoksa siz Allah’ın, sizden savaşanları ve Allah’tan ve O’nun resûlünden ve mü’minlerden başkasını dost edinmeyenleri bilmesine rağmen, bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptığınız şeylerden Suresi / Ayet-17 Mâ kâne lil muşrikîne en ya’murû mesâcidallâhi şâhidîne alâ enfusihim bil kufrkufri, ulâike habitat a’mâluhum ve fîn nâri hum hâlidûn hâlidûne. Müşriklerin, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olmaz. Kendilerinin nefslerinin küfürlerine inkârlarına, kâfirliklerine şahitler iken. İşte onların amelleri heba olmuştur. Ve onlar, ateşte ebedî kalacak Suresi / Ayet-18 İnnemâ ya’muru mesâcidallâhi men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve ekâmes salâte ve âtez zekâte ve lem yahşe illâllâhe fe asâ ulâike en yekûnû minel muhtedînmuhtedîne. Allah’ın mescidlerini ancak, Allah’a ve ahiret gününe ruhu ölmeden evvel Allah’a ulaştırma gününe îmân eden ve namazı ikame eden ve zekât veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların böylece hidayete erenlerden olması Suresi / Ayet-19 E cealtum sikâyetel hâcci ve ımâretel mescidil harâmi ke men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve câhede fî sebilillâhsebilillâhi, lâ yestevûne ındallâhındallâhi, vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimînzâlimîne. Siz hac edenlere su verilmesini, Mescid-i Haram’ın imar edilmesini, Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden ve Allah yolunda cihad eden kimse gibi onunla bir mi tuttunuz? Onlar Allah katında müsavi eşit değildir. Ve Allah, zalim kavmi hidayete Suresi / Ayet-20 Ellezîne amenû ve hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi bi emvâlihim ve enfusihim a’zamu dereceten ındallâhındallâhi ve ulâike humul fâizûn fâizûne. Âmenû olan ve hicret göç eden kimselerin, malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerin, Allah’ın katında en büyük dereceleri vardır. Ve işte onlar, onlar kurtuluşa Suresi / Ayet-21 Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin ve cennâtin lehum fîhâ naîmun mukîmmukîmun. Rab’leri, kendinden O’ndan bir rahmet ile ve bir rıdvan razı oluş ile ve cennetler ile onları müjdeler. Onlar için, orada devamlı daimî ni’metler Suresi / Ayet-22 Hâlidîne fîhâ ebedâebeden, innallâhe indehû ecrun azîm azîmun. Onlar, orada ebedî sonsuz kalıcıdırlar. Muhakkak o Allah ki; O’nun katında, ecrul azîm büyük bir ecir, bedel Suresi / Ayet-23 Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettehızû âbâekum ve ihvânekum evliyâe inistehabbûl kufre alel îmâni, ve men yetevellehum minkum fe ulâike humuz zâlimûnzâlimûne. Ey âmenû olanlar! Îmâna karşı îmânın üstüne, îmândan üstün tutarak şâyet küfrü severlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Ve sizden kim onlara dönerse işte onlar, onlar Suresi / Ayet-24 Kul in kâne âbâukum ve ebnâukum ve ıhvânukum ve ezvâcukum ve aşîretukum ve emvâlunıktereftumûhâ ve ticâretun tahşevne kesâdehâ ve mesâkinu terdavnehâ ehabbe ileykum minallâhi ve resûlihî ve cihâdin fî sebîlihî fe terabbesû hattâ ye’ tiyallâhu bi emrihemrihî, vallâhu lâ yehdîl kavmel fasikînfasikîne. De ki “Şâyet babalarınız ve oğullarınız ve kardeşleriniz ve zevceleriniz ve aşiretiniz ve kazandığınız mallarınız, kesada uğramasından satışının durmasından korktuğunuz ticaret ve razı olduğunuz hoşunuza giden evler, Allah’tan ve O’nun resûlünden ve O’nun Allah’ın yolunda cihad etmekten size daha sevgili ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Ve Allah, fasıklar kavmini topluluğunu hidayete Suresi / Ayet-25 Lekad nasarakumullâhu fî mevâtıne kesîretin ve yevme huneynin iz a’cebetkum kesretukum fe lem tugni ankum şey’en ve dâkat aleykumul ardu bi mâ rehubet summe velleytum mudbirîne. Andolsun ki; Allah, size birçok savaş yerinde ve Huneyn günü yardım etti. Çokluğunuz hoşunuza gittiği halde hoşunuza gitmesine rağmen artık size bir fayda bir şey vermedi. Yeryüzünün genişliğine rağmen size dar geldi. Sonra arkanıza geri Suresi / Ayet-26 Summe enzelallâhu sekînetehu alâ resûli-hî ve alel mu’minîne ve enzele cunûden lem terev-hâ ve azzebellezîne keferû ve zâlike cezâul kâfirînkâfirîne. Sonra Allah, resûlünün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Ve sizin onu göremediğiniz bir ordu indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Ve işte bu, kâfirlerin Suresi / Ayet-27 Summe yetûbullâhu min ba’di zâlike alâ men yeşâ’u, vallâhu gafûrun rahîmrahîmun. Daha sonra da bunun ardından Allah, dilediği kimsenin tövbesini kabul eder. Ve Allah, Gafur’dur mağfiret edendir ve Rahîm’dir rahmet nurunu yollayandır.Tevbe Suresi / Ayet-28 Yâ eyyuhellezîne âmenû innemâl muşrikûne necesun fe lâ yakrebul mescidel harâme ba’de âmihim hâzâ ve in hıftum ayleten fe sevfe yugnîkumullâhu min fadlihî in şâe, innallâhe alîmun hakîmhakîmun. Ey âmenû olanlar Allah’a ulaşmayı dileyenler! Müşrikler sadece bir necistir pisliktir. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Ve eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah şâyet dilerse Kendi fazlından sizi yakında zenginleştirecektir. Muhakkak ki Allah; Alîm’dir, Hakîm’ Suresi / Ayet-29 Kâtilûllezîne lâ yu’minûne billâhi ve lâ bil yevmil âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harremallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dînel hakkı minellezîne ûtûl kitâbe hattâ yu’tûl cizyete an yedin ve hum sâgirûnsâgirûne. Kitap verilenlerden, Allah’a ve yevm’il âhire Allah’a ulaşma gününe inanmayan kimselerle ve Allah’ın ve O’nun Resûl’ünün haram ettiğini haram etmeyenlerle ve hak dîni, dîn edinmeyenlerle, onlar küçük düşüp, cizyeyi elleriyle verinceye kadar Suresi / Ayet-30 Ve kâletil yahûdu uzeyrunibnullâhi ve kâletin nasârel mesîhubnullâhmesîhubnullâhi zâlike kavluhum bi efvâhihim yudâhiûne kavlellezîne keferû min kablkablu kâtelehumullâhkâtelehumullâhu ennâ yu’fekûnyu’fekûne. Ve yahudiler “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve nasraniler “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da Suresi / Ayet-31 İttehazû ahbârehum ve ruhbânehum erbâben min dûnillâhi vel mesîhabne meryemmeryeme, ve mâ umirû illâ li ya’budû ilâhen vâhidâ vâhiden,lâ ilâhe illâ huve, subhânehu ammâ yuşrikûnyuşrikûne. Onlar, ahbarları dîn adamlarını ve ruhbanları rahipleri ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rab’ler edindiler. Tek bir ilâha kul olmalarından başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. Onların şirk koştukları şeylerden O Allah, Suresi / Ayet-32 Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye’ballâhu illâ en yutimme nûrehu ve lev kerihel kâfirûnkâfirûne. Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey Suresi / Ayet-33 Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu aled dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûnmuşrikûne. Resûl’ünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile bu dîni bütün dînler üzerine izhar etmesi hak dîn olduğunu ispat etmesi için gönderen Suresi / Ayet-34 Yâ eyyuhellezîne âmenû inne kesîren minel ahbâri ver ruhbâni le ye’kulûne emvâlen nâsi bil bâtıli ve yasuddûne an sebîlillâhsebîlillâhi, vellezîne yeknizûnez zehebe vel fıddate ve lâ yunfikûnehâ fî sebîlillâhi fe beşşirhum bi azâbin elîmelîmin. Ey âmenû olanlar ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler! Muhakkak ki; ahbarlardan yahudi âlimlerden ve ruhbanlardan rahiplerden çoğu, mutlaka insanların mallarını bâtılla boş yere, haksız olarak yerler ve Allah’ın yolundan engellerler mani olurlar. Ve altın ve gümüşü biriktiren ve onu Allah yolunda infâk etmeyen kimseler; artık onlara elîm azabı haber Suresi / Ayet-35 Yevme yuhmâ aleyhâ fî nâri cehenneme fe tukvâ bihâ cibâhuhum ve cunûbuhum ve zuhûruhum, hâzâ mâ keneztum li enfusikum fe zûkû mâ kuntum teknizûnteknizûne. Cehennem ateşinde üzerlerinde demir kızdırıldığı gün, böylece onunla, onların alınları, yanları, sırtları dağlanır. Bu, kendiniz nefsiniz için biriktirdiğiniz şeylerdir. Böylece biriktirmiş olduğunuz şeyleri tadın!Tevbe Suresi / Ayet-36 İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren fî kitâbillâhi yevme halakas semâvâti vel arda minhâ erbeatun hurumahurumun zâliked dînul kayyimu fe lâ tazlimû fîhinne enfusekum ve kâtilûl muşrikîne kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffehkâffeten, va’lemû ennallâhe meal muttekînmuttekîne. Muhakkak ki; Allah’ın kitabında ifade edildiği üzere ayların adedi, Allah’ın indinde semaların göklerin ve yerin yaratıldığı gün zaman 12’dir 12 olarak dizayn edilmiştir. Onlardan dördü haram aylardır. Bu dîn, kayyum olan dîndir. Artık onların içinde o aylarda nefslerinize zulmetmeyin. Onların hepinizle savaştığı gibi müşriklerin hepsiyle savaşın. Ve biliniz ki, muhakkak Allah, takva sahipleri ile Suresi / Ayet-37 İnnemen nesîu ziyâdetun fîl kufri yudallu bihillezîne keferû yuhillûnehu âmen ve yuharrimûnehu âmen li yuvâtiû iddete mâ harremallâhu fe yuhillû mâ harremallâhharremallâhu, zuyyine lehum sûu a’mâlihim, vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirînkâfirîne. Haram ayları terketmek ertelemek ancak küfürde artıştır. Kâfirler onunla saptırılır. Allah’ın haram ettiği şeyin haram ayların adedinin müddetinin uyması için onu tehir edilen, ertelenen ayı bir yıl helâl sayarlar ve onu tehir edilen, ertelenen ayı bir yıl haram sayarlar. Böylece Allah’ın haram ettiği şeyi helâl sayarlar. Onların kötü amelleri onlara süslendi güzel gösterildi. Ve Allah, kâfir kavmi hidayete Suresi / Ayet-38 Yâ eyyuhellezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilel ardardi, e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhirehâhireti, fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhireti illâ kalîlkalîlun. Ey âmenû olanlar ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya inananlar! Size ne oldu? Size, “Allah’ın yolunda cihada çıkın nefsinizle cihad ederek, ruhunuzu Allah’a ulaştırın düşmanlarınızla, kâfirlerle cihad edin.” denildiği zaman, siz bulunduğunuz yere meyledip kaldınız ruhunuz Allah’a doğru yola çıkmadı İslâm ordusu içinde savaşa katılmadınız. Ahiretten ruhunuzu Allah’a ulaştırmaktan vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının metaı malı, faydası, ahiretten ruhu Allah’a ulaştırmaktan daha Suresi / Ayet-39 İllâ tenfirû yuazzibkum azâben elîmen ve yestebdil kavmen gayrekum ve lâ tedurrûhu şey’â şeyen, vallâhu alâ kulli şey’in kadîrkadîrun. Sefere çıkmanız Allah’a ulaşmak için ruhunuzu Sıratı Mustakîm’e ulaştırmanız hariç, savaşa gönüllü olarak katılmadığınız taktirde size elîm bir azapla azap eder. Ve sizden başka bir kavimle sizi değiştirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Ve Allah, herşeye Suresi / Ayet-40 İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahrecehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ, fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ, ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm hakîmun. O’na sizin yardım etmeniz dışında etmediğinizde o zaman Allah, O’na Resûl’e yardım etmişti. Kâfir olanlar, O’nu Mekke’den çıkardığı çıkmaya mecbur ettikleri zaman iki kişinin ikincisi idi. İkisi mağarada iken arkadaşına şöyle demişti “Mahzun olma! Muhakkak ki; Allah, bizimle beraber.” O zaman Allah, O’nun üzerine sekînetini O’nu göremediğiniz bir ordu ile destekledi. Kâfirlerin sözünü sufli kıldı. Ve Allah’ın sözü; O, çok yücedir. Ve Allah; Azîz’dir üstündür, Hakîm’dir hüküm sahibi ve hikmet sahibidir.Tevbe Suresi / Ayet-41 İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâhsebîlillâhi, zâlikum hayrun lekum in kuntum ta’lemûnta’lemûne. Hafif ve ağır süvari ve piyade olarak sefere çıkın ve mallarınızla ve canlarınızla nefslerinizle Allah yolunda cihad edin savaşın. İşte bu, eğer bilmiş olsanız, sizin için daha Suresi / Ayet-42 Lev kâne aradan karîben ve seferen kâsıden lettebeûke ve lâkin beudet aleyhimuş şukkahşukkatu, ve seyahlifûne billâhi levisteta’nâ leharecnâ meakum, yuhlikûne enfusehum, vallâhu ya’lemu innehum le kâzibûnkâzibûne. Eğer yakın olan bir dünya malı ganimet ve rahat bir sefer olsaydı, elbette sana tâbî olurlardı ve lâkin meşakkatli sefer onlara uzak geldi. “Şâyet gücümüz yetseydi elbette sizinle beraber çıkardık” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Kendilerini nefslerini helâk ediyorlar. Ve Allah, onların gerçekten yalancılar olduğunu Suresi / Ayet-43 Afallâhu ankanke, lime ezinte lehum hattâ yetebeyyene lekellezîne sadakû ve ta’lemel kâzibînkâzibîne. Allah seni affetti, sadık olanlar sana belli oluncaya ve yalancıları bilinceye öğreninceye kadar niçin beklemeyip onlara izin verdin?Tevbe Suresi / Ayet-44 Lâ yeste’zinukellezîne yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim,vallâhu alîmun bil muttekînmuttekîne. Allah’a ve ahiret gününe ölmeden evvel Allah’a ulaşma gününe îmân eden kimseler, malları ve canları ile cihad etmek konusunda senden izin istemezler. Ve Allah, takva sahiplerini Suresi / Ayet-45 İnnemâ yeste’zinulkellezîne lâ yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri vertâbet kulûbuhum fe hum fî reybihim yetereddedûnyetereddedûne. Senden sadece Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar ve kalpleri şüpheye düşmüş olanlar izin isterler. Artık onlar, kendi şüpheleri içinde tereddüt ederler bocalarlar.Tevbe Suresi / Ayet-46 Ve lev erâdûl hurûce le eaddû lehû uddeten ve lâkin kerihallâhunbiâsehum fe sebbetahum ve kîlak’udû meal kâidîn kâidîne. Ve eğer çıkmak isteselerdi onun savaş için elbette bir hazırlık yaparlardı. Ve fakat Allah, onların durumunu kerih gördü. Böylece onları alıkoydu ve onlara “Geri kalanlarla oturanlarla beraber oturun.” Suresi / Ayet-47 Lev harecû fîkum mâ zâdûkum illâ habâlen ve lâ evdaû hılâlekum yebgûnekumul fitnehfitnete, ve fîkum semmâûne lehum, vallâhu alîmun biz zâlimînzâlimîne. Eğer sizin aranızda savaşa çıksalardı, size kötülüğü arttırmalarından başka bir şey yapmazlardı. Sizin içinizde fitne çıkmasını isterler ve mutlaka sizin aranızda gayret gösterirler. Sizin aranızda onları dinleyecek olanlar var ve Allah zalimleri Suresi / Ayet-48 Lekadibtegûl fîtnete min kablu ve kallebû lekel umûre hattâ câel hakku ve zahere emrullâhi ve hum kârihûnkârihûne. Andolsun ki; daha önce de fitne çıkarmak istediler ve hak gelinceye kadar sana birtakım işler çevirdiler. Ve onlar, kârihûn kerih görenler olmalarına rağmen istememelerine rağmen Allah’ın emri zahir oldu açığa çıktı, belli oldu.Tevbe Suresi / Ayet-49 Ve minhum men yekûlu’zen lî ve lâ teftinnî, e lâ fîl fitneti sekatû, ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrinkâfîrine. Ve onlardan biri “Bana izin ver ve beni fitneye düşürme.” der. Onlar fitneye düşmüş değiller mi? Ve muhakkak ki; cehennem, kâfirleri mutlaka ihata edicidir kuşatıcıdır.Tevbe Suresi / Ayet-50 İn tusıbke hasenetun tesu’hum, ve in tusıbke musîbetun yekûlû kad ehaznâ emrenâ min kablu ve yetevellev ve hum ferihûnferihûne. Eğer sana bir hasene isabet ederse bu, onları üzer ve eğer sana bir musîbet isabet ederse “Biz daha önce tedbirimizi almıştık.” derler ve sevinerek dönüp Suresi / Ayet-51 Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ, huve mevlânâ, ve alâllâhi fel yetevekkelil mu’minûnmu’minûne. De ki “Allah’ın bize yazdığı şeyden başkası, bize asla isabet etmez. O, bizim Mevlâ’mızdır.” Ve artık mü’minler, Allah’a tevekkül Suresi / Ayet-52 Kul hel terabbesûne binâ illâ ıhdel husneyeynhusneyeyni ve nahnu neterabbesu bikum en yusîbekumullâhu bi azâbin min indihî ev bi eydînâ, fe terabbasû innâ meakum muterabbisûnmuterabbisûne. De ki “Bizim için iki güzelliğin birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Ve biz de Allah’ın, O’nun katından veya bizim elimizle size bir azap isabet ettirmesini bekliyoruz. Artık siz de bekleyin! Muhakkak ki; biz de sizinle beraber Suresi / Ayet-53 Kul enfikû tav’an ev kerhen len yutekabbele minkum, innekum kuntum kavmen fâsikînfâsikîne. De ki “Kerih görerek veya gönül rızası ile de infâk etseniz, sizden asla kabul edilmez. Çünkü siz fasık bir kavim oldunuz.”Tevbe Suresi / Ayet-54 Ve mâ meneahum en tukbele minhum nefekâtuhum illâ ennehum keferû billâhi ve bi resûlihî ve lâ ye’tûnes salâte illâ ve humkusâlâ ve lâ yunfikûne illâ ve hum kârihûnkârihûne. Ve onların infâklerinin, onlardan kabul edilmesine mani olan şey, ancak Allah’ı ve O’nun resûllerini inkâr etmeleri ve namaza üşenerek gelmeleri ve onların ancak kerih görerek infâk Suresi / Ayet-55 Fe lâ tu’cibke emvâluhum ve lâ evlâduhum, innemâ yurîdullâhu li yuazzibehum bihâ fîl hayâtid dunyâ ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûnkâfirûne. Artık onların malları ve evlâtları da senin hoşuna gitmesin. Allah dünya hayatında onları, onunla onlarla azaplandırmayı ve onların nefslerinin canlarının, kâfir olarak çıkmasını Suresi / Ayet-56 Ve yahlifûne billâhi innehum le minkum, ve mâ hum minkum ve lâkinnehum kavmun yefrekûnyefrekûne. Onlar, sizden olmadıkları halde mutlaka sizden olduklarına Allah’a yemin ederler. Onlar, korkak bir kavimdir topluluktur.Tevbe Suresi / Ayet-57 Lev yecidûne melce’en ev magârâtin ev muddehalen le vellev ileyhi ve hum yecmehûnyecmehûne. Eğer onlar, sığınacak bir yer veya mağaralar veya girilecek bir yer bulsalardı, mutlaka oraya yönelip, süratle koşarlardı kaçarlardı.Tevbe Suresi / Ayet-58 Ve minhum men yelmizuke fis sadakâtsadakâti, fe in u’tû minhâ radû ve in lem yu’tav minhâ îzâ hum yeshatûnyeshatûne. Ve onlardan, sadakalar konusunda seni ayıplayan kimseler vardır. Öyle ki eğer ondan sadakadan, ganimetten onlara verilirse razı olurlar ve ondan verilmezse, o zaman Suresi / Ayet-59 Ve lev ennehum radû mâ âtâhumullâhu ve resûluhu ve kâlû hasbunâllâhu se yu’tinâllâhu min fadlihî ve resûluhû innâ ilâllâhi râgıbûnrâgıbûne. Ve eğer onlar, gerçekten Allah’ın ve O’nun resûlünün onlara verdiği şeye ganimet payına razı olsalardı “Allah bize kâfidir, Allah ve O’nun resûlü bize yakında fazlından verecek. Muhakkak ki; biz Allah’a rağbet edenleriz.” Suresi / Ayet-60 İnnemas sadakâtu lil fukarâi vel mesakîni vel âmilîne aleyhâ vel muellefeti kulûbuhum ve fîr rikâbi vel gârimîne ve fî sebîlillâhi vebnissebîlvebnissebîli, farîdaten minallâhminallâhi, vallâhu alîmun hakîmhakîmun. Muhakkak ki; sadaka, Allah’tan bir farz olarak fakirler ve miskinler yoksullar ve memurlar zekât toplayıcılar içindir. Ve kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara ve kölelere harcamaya ve borçlulara ve Allah yolunda olanlara ve yolculara aittir. Ve Allah, bilendir, hüküm Suresi / Ayet-61 Ve minhumullezîne yu’zûnen nebiyye ve yekûlûne huve uzunuzunun, kul uzunu hayrin lekum yu’minu billâhi ve yu’minu lil mu’minîne ve rahmetun lillezîne âmenû minkum, vellezîne yu’zûne resûlallâhi lehum azâbun elîmelîmun. Onlardan nebîye eza eziyet eden kimseler “O bir kulak gibidir, her söyleneni dinler, inanır.” diyorlar. De ki “O, sizin için hayrın kulağıdır sözünüzü işitir, kabul eder; bilmemesinden değil, sizi tekzip etmemesinden dolayı hayrın kulağıdır. Ve Allah’a inanır ve mü’minlere inanır. Ve sizden âmenû olanlar için bir rahmettir. Allah’ın resûlüne eza edenlere ona yakışıksız söz söyleyenlere, ayıplayanlara, onlara, elîm bir azap Suresi / Ayet-62 Yahlifûne billâhi lekum li yurdûkum, vallâhu ve resûluhû ehakku en yurdûhu in kânû mu’minînmu’minîne. Sizi razı etmek için Allah’a yemin ederler ve eğer mü’minlerse mü’min olsalardı, Allah ve resûlü, razı edilmeleri için daha çok hak Suresi / Ayet-63 E lem ya’lemû ennehu men yuhâdidillâhe ve resûlehu fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ, zâlikel hızyul azîmazîmu. Allah ve O’nun resûlüne karşı, kim haddi aşarsa, artık onun için mutlaka orada ebediyyen kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmiyorlar mı? İşte bu, büyük rüsvalıktır rezilliktir.Tevbe Suresi / Ayet-64 Yahzerul munâfikûne en tunezzele aleyhim sûretun tunebbiuhum bi mâ fî kulûbihim, kulistehziu, innallâhe muhricun mâ tahzerûntahzerûne. Münafıklar, onların kalplerinde olan şeyi onlara haber veren bir surenin onlara indirilmesinden çekiniyorlar. De ki “Alay edin. Muhakkak ki Allah, çekindiğiniz gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.”Tevbe Suresi / Ayet-65 Ve lein se’eltehum le yekûlunne innemâ kunnâ nahûdu ve nel’abnel’abu, kul e billâhi ve âyâtihî ve resûlihî kuntum testehziûn testehziûne. Ve eğer onlara sorarsan mutlaka “Biz sadece lâfa dalmıştık ve eğleniyorduk.” diyecekler. De ki “Siz, Allah ile O’nun âyetleri ve O’nun resûlü ile mi alay ediyordunuz?”Tevbe Suresi / Ayet-66 Lâ ta’tezirû kad kefertum ba’de îmânikum, in na’fu an tâifetin minkum nuazzib tâifeten bi ennehum kânû mucrimînmucrimîne. Özür beyan etmeyin. Siz, îmânınızdan sonra inkâr etmiştiniz. Eğer sizden bir grubu affetsek de suçlu olmalarından dolayı bir diğer gruba da azap Suresi / Ayet-67 El munâfikûne vel munâfikâtu ba’duhum min ba’dba’din, ye’murûne bil munkeri ve yenhevne anil ma’rûfi ve yakbidûne eydiyehum nesûllâhe fe nesiyehum innel munâfıkîne humul fâsikûnfâsikûne. Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirlerindendir. Münkeri kötülüğü emrederler ve ma’ruftan iyilikten nehyederler yasaklarlar ve ellerini sıkarlar cimrilik ederler. Onlar, Allah’ı unuttular böylece O da onları unuttu. Muhakkak ki münafıklar, Suresi / Ayet-68 Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum, ve leanehumullâhleanehumullâhu ve lehum azâbun mukîm mukîmun. Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, orada ebedî kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O cehennem, onlara yeter. Ve Allah, onlara lânet etti. Ve onlar için ikâme edilmiş olan devamlı kılınan bir azap Suresi / Ayet-69 Kellezîne min kablikum kânû eşedde minkum kuvveten ve eksere emvâlen ve evlâdâevlâden, festemteû bi halâkihim, festemta’tum bi halâkikum kemastemteallezîne min kablikum bi halâkihim ve hudtum kellezî hâdû, ulâike habitat a’mâluhum fid dunyâ vel âhırehâhıreti, ve ulâike humul hâsirûn hâsirûne. Sizden önceki kimseler gibisiniz. Kuvvet olarak, mal ve evlât olarak daha çoktular, sizden daha kuvvetli idiler oldular. Böylece nasipleri kadar faydalandılar metalandılar, sizden önceki kimselerin kendi nasipleri kadar faydalandığı gibi siz de nasibiniz kadar faydalandınız. Ve dünya metaına dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onlar, onların amelleri heba oldu boşa gitti. İşte onlar, hüsrana Suresi / Ayet-70 E lem ye’tihim nebeullezîne min kablihim kavmi nuhin ve âdn ve semûde ve kavmi ibrâhîme ve ashâbi medyene vel mu’tefikâtmu’tefikâti, etethum rusuluhum bil beyyinatbeyyinati, fe mâ kânallâhu li yazlimehum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûnyazlimûne. Onlardan öncekilerin; Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve İbrâhîm kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara kendi resûlleri, beyyineler açık deliller getirdi. Öyleyse Allah, onlara zulmetmedi. Ve lâkin onlar, kendilerine Suresi / Ayet-71 Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’dba’din, ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnas salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehresûlehu, ulâike se yerhamuhumullâhyerhamuhumullâhu, innallâhe azîzun hakîmhakîmun. Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler yasaklarlar ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun resûlüne itaat ederler. İşte onlar, Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’ Suresi / Ayet-72 Vaadallâhul mu’minîne vel mu’minâti cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adnadnin, ve rıdvânun minallâhi ekberekberu, zâlike huvel fevzul azîmazîmu. Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara orada ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Adn cennetlerinde güzel meskenler vardır. Ve bunların en büyüğü, Allah’tan bir rızadır Allah’ın razı olmasıdır. İşte o, fevz-ül azîmdir en büyük kurtuluştur.Tevbe Suresi / Ayet-73 Yâ eyyuhen nebiyyu câhidil kuffâre vel munâfikîne vagluz aleyhim, ve me’vâhum cehennemcehennemu, ve bi’sel masîrmasîru. Ey nebî peygamber! Münafıklarla ve kâfirlerle cihad et savaş. Ve onlara sert katı davran. Ve onların barınacağı yer cehennemdir ve gidilen yer dönüş yeri, ne Suresi / Ayet-74 Yahlifûne billâhi mâ kâlû, ve lekad kâlû kelimetel kufri ve keferû ba’de islâmihim ve hemmû bi mâ lem yenâlû, ve mâ nekamû illâ en egnâhumullâhu ve resûluhu min fadlihfadlihi, fe in yetûbû yeku hayren lehum, ve in yetevellev yuazzibhumullâhu azâben elîmen fid dunyâ vel âhırehâhıreti, ve mâ lehum fîl ardı min veliyyin ve lâ nasîrnasîrin. Andolsun ki; “küfür” kelimesini söyledikleri halde, Allah’a söylemediklerine yemin ederler. Ve İslâmlıklarından sonra inkâr ettiler. Nail olamayacakları yapamayacakları ve intikam almak istedikleri şey sadece Allah’ın ve Resûl’ünün onları, fazlından zenginleştirmiş olması. Artık tövbe ederlerse onlar için hayırlı olur. Ve şâyet dönerlerse îmândan geri, Allah onları elîm azapla dünyada ve ahirette azaplandırır. Ve onların, yeryüzünde bir dostu ve yardımcısı Suresi / Ayet-75 Ve minhum men âhedallâhe le in âtânâ min fadlihî Le nessaddekanne ve le nekûnenne mines sâlihînsâlihîne. Onlardan bazı kimseler “Eğer Allah, Kendi fazlından bize verirse, elbette mutlaka sadaka veririz ve mutlaka salihlerden oluruz.” diye, Allah’a ahd Suresi / Ayet-76 Fe lemmâ âtâhum min fadlihî bahılû bihî ve tevellev ve hum mu’ridûnmu’ridûne. Bundan sonra onlara Allah, Kendi fazlından verince, onunla verdiği şeyle cimri oldular. Ve onlar, yüz çeviren kimseler olarak ahdlerinden Suresi / Ayet-77 Fe a’kabehum nifâkan fî kulûbihim ilâ yevmi yelkavnehu bi mâ ahlefullâhe mâ vaadûhu ve bi mâ kânû yekzibûnyekzibûne. Böylece O’na Allahû Tealâ’ya vaadettikleri şeyi, Allah’a karşı yerine getirmediklerinden ve yalan söylemiş olduklarından dolayı, onların bu yaptıklarının sonucunda Allah, onların kalplerine, onunla karşılaşacakları güne kadar nifak duygusu Suresi / Ayet-78 E lem ya’lemû ennallâhe ya’lemu sırrehum ve necvâhum ve ennallâhe allamul guyûbguyûbi. Allah’ın, onların sırlarını ve fısıldaşmalarını bildiğini bilmiyorlar mı? Ve muhakkak ki; Allah, gaybte olanları gayb bilgilerini çok iyi Suresi / Ayet-79 Ellezîne yelmizûnel muttavviîne minel mu’minîne fîs sadakâti vellezîne lâ yecidûne illâ cuhdehum fe yesharûne minhum sehirallâhu minhum, ve lehum azâbun elîmelîmun. Onlar o kimseler, mü’minlerden zengin olanları zekâttan fazla olarak gönüllü teberruda bulunan kişileri ve cehdlerinden emek ve çabalarından başka bir şey bulamayanları, sadaka konusunda ayıplıyorlar. Böylece onlarla alay ediyorlar. Allah da onlarla alay etti. Ve onlar için elîm azap Suresi / Ayet-80 İstagfir lehum ev lâ testagfir lehum, in testagfir lehum seb’îne merreten fe len yagfirallâhu lehum, zâlike bi ennehum keferû billâhi ve resûlihresûlihi, vallâhu lâ yehdîl kavmel fâsikînfâsikîne. Onlar için mağfiret dile veya onlar için mağfiret dileme. Eğer yetmiş kere mağfiret dilesen de Allah, onları asla mağfiret etmez. İşte bu, Allah’ı ve O’nun Resûl’ünü inkâr etmeleri sebebiyledir. Ve Allah, fasık kavmi hidayete Suresi / Ayet-81 Ferihal muhallefûne bi mak’adihim hılâfe resûlillâhi ve kerihûen yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fîl harrharri, kul nâru cehennemeeşeddu harrâharren, lev kânû yefkahûnyefkahûne. Geri kalanlar münafıklar, Allah’ın Resûl’üne muhalefet ederek hilâfında olarak kalıp oturmaları ile ferahladılar. Allah yolunda malları ve nefsleri canları ile cihad etmeyi kerih gördüler. Ve “Sıcakta savaşa çıkmayın.” dediler. De ki “Cehennem ateşi daha şiddetli sıcaktır.” Keşke idrak etmiş Suresi / Ayet-82 Fel yadhakû kalîlen vel yebkû kesîrâkesîren, cezâen bi mâ kânû yeksibûnyeksibûne. Artık kesbettikleri kazandıkları şeyler dolayısıyla ceza bedel, karşılık olarak az gülsünler ve çok Suresi / Ayet-83 Fe in receakallâhu ilâ tâifetin minhum feste’zenûke lil hurûci fe kul len tahrucû maiye ebeden ve len tukâtilû maiye aduvvaduvven, innekumradîtum bil ku’ûdi evvele merretin fak’udû meal hâlifînhâlifîne. Bundan sonra Allah, seni onlardan geri kalan münafıklardan bir grubun yanına döndürdüğü zaman senden cihada çıkmak için izin isterlerse o zaman onlara de ki “Benimle beraber ebediyyen asla çıkamazsınız ve benimle beraber asla düşmanla savaşamazsınız. Çünkü siz, ilk defa oturmaya geri kalmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlarla beraber Suresi / Ayet-84 Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrihkabrihi, innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn fâsikûne. Onlardan ölen bir kimsenin üzerine, namazı ebediyyen hiçbir zaman kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah’ı ve O’nun Resûl’ünü inkâr ettiler ve onlar fasıklar olarak Suresi / Ayet-85 Ve Lâ tu’cibke emvâluhum ve evlâduhum, innemâ yurîdullâhu en yuazzibehum bihâ fîd dunyâ ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûnkâfirûne. Ve onların malları ve evlâtları, senin hoşuna gitmesin seni imrendirmesin. Allah dünya hayatında, onlarla onların malları ve evlâtları ile onlara azap etmek ister ve onların nefslerinin canlarının kâfir olarak çıkmasını Suresi / Ayet-86 Ve izâ unzilet sûretun en âminû billâhi ve câhidû mearesûlihiste’zeneke ulût tavli minhum ve kâlûzernâ nekun meal kâ’ıdînkâ’ıdîne. Ve Allah’a âmenû olmak Allah’a ulaşmayı dilemek ve O’nun Resûl’ü ile beraber cihad etmek için bir sure indirildiği zaman onlardan servet sahipleri senden izin istediler. Ve şöyle dediler “Bizi bırak, kalanlarla oturanlarla beraber olalım.”Tevbe Suresi / Ayet-87 Radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûnyefkahûne. Geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Ve onların kalplerinin üzeri tabedildi mühürlendi. Artık onlar fıkıh Suresi / Ayet-88 Lâkinir resûlu vellezîne âmenû meahu câhedû bi emvâlihim ve enfusihim, ve ulâike lehumul hayrâtu ve ulâike humul muflihûnmuflihûne. Fakat Resûl ve âmenû olanlar, malları ve nefsleri canları ile onunla beraber cihad ettiler. Ve işte onlar; bütün hayırlar, onlarındır. Ve işte onlar; onlar, felâha kurtuluşa Suresi / Ayet-89 Eaddallâhu lehum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, zâlikel fevzul azîmazîmu. Allah, onlar için altından nehirler akan cennetler hazırladı. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte bu “fevz-ül azîm” dir en büyük kurtuluş, mükâfat.Tevbe Suresi / Ayet-90 Ve câel muazzirûne minel a’râbi lî yu’zene lehum ve ka’adellezîne kezebûllâhe ve resûlehresûlehu, se yusîbullezîne keferû minhum azâbun elîmelîmun. Ve bedevî Araplar’dan onlara izin verilmesi için özür beyan edenler ve Allah’a ve O’nun Resûl’üne yalan söyleyerek oturup, geri kalan kimseler geldiler. Onlardan kâfir olanlara elîm acı azap isabet Suresi / Ayet-91 Leyse alâd duafâi ve lâ alel merdâ ve lâ alellezîne lâ yecidûne mâ yunfikûne haracun izâ nasahû lillâhi ve resûlihresûlihî, mâ alel muhsinîne min sebîlsebîlin, vallâhu gafûrun rahîmrahîmun. Allah ve O’nun Resûl’ü için nasihat öğüt verdikleri sadık kaldıkları taktirde zayıf ve güçsüz olanların ve hasta olanların ve infâk edecek verecek bir şey bulamayanların da üzerinde bir günah yoktur. Muhsinlerin üzerine aleyhlerinde bir yol yoktur. Ve Allah; Gafur’dur mağfiret eden, Rahîm’dir rahmet nuru gönderendir.Tevbe Suresi / Ayet-92 Ve lâ alellezîne izâ mâ etevke li tahmilehum kulte lâ ecidu mâahmilukum aleyhi tevellev ve a’yunuhum tefîdu mined dem’i hazenen ellâ yecidû mâ yunfikûnyunfikûne. Onları taşıman bindirip, sevketmen için sana geldikleri zaman, senin “Sizi üzerinde taşıyacak bindirecek bir şey bulamadım.”dediğin, infâk edecek bir şey bulamadıkları için hüzünlenerek, gözlerinden kanlı yaşlar akarak dönen kimselere de bir günah Suresi / Ayet-93 İnnemes sebîlu alellezîne yeste’zinûneke ve hum agniyâ’agniyâu, radû bi en yekûnû meal havalifi ve tabeallâhu alâ kulûbihim fe hum lâ ya’lemûnya’lemûne. Fakat zengin oldukları halde senden izin isteyip, geride kalanlarla beraber olmaya razı olan kimselere yol günaha vesile vardır. Ve Allah, onların kalplerinin üzerini tabetti mühürledi. Artık onlar Suresi / Ayet-94 Ya’tezirûne ileykum izâ reca’tum ileyhim, kul lâ ta’tezirû len nu’mine lekum kad nebbe enallâhu min ahbârikum, ve se yerallâhu amelekum ve resûluhu summe tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdetî fe yunebbiukum bi mâ kuntum ta’melûnta’melûne. Onlara geri döndüğünüz zaman size mazeret özür beyan ederler. “Özür beyan etmeyin size asla inanmayız.” de. Allah, sizin haberlerinizi durumunuzu bana bildirmişti. Ve Allah ve O’nun Resûl’ü, sizin amellerinizi görecek. Sonra gaybı görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. Böylece yapmış olduğunuz şeyleri size haber Suresi / Ayet-95 Se yahlifûne billâhi lekum izenkalebtum ileyhim li tu’ridû anhum, fe a’rıdû anhum, innehum ricsun ve me’vâhum cehennem cehennemu, cezâen bi mâ kânû yeksibûnyeksibûne. Onlara döndüğünüz zaman onlardan yüz çevirirsiniz diye, size Allah’a karşı yemin edeceklerdir. Artık onlardan yüz çevirin! Çünkü onlar, murdardır ve kesbetmiş oldukları kazanmış oldukları şeyler sebebiyle barınacakları yer Suresi / Ayet-96 Yahlifûne lekum li terdav anhum, fe in terdav anhum fe innallâhe lâ yerdâ anil kavmil fâsikînfâsikîne. Onlardan razı olmanız için size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız razı olsanız bile muhakkak ki Allah, fasık kavimden razı Suresi / Ayet-97 El a’râbu eşeddu kufren ve nifâkan ve ecderu ellâ ya’lemû hudûdemâ enzelallâhu alâ resûlihresûlihî, vallâhu alîmun hakîmhakîmun. Bedevî Araplar, küfür inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah’ın Resûl’üne indirdiği şeylerin sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Ve Allah; Alîm en iyi bilen’dir, Hakîm hikmet sahibi, hüküm sahibi’ Suresi / Ayet-98 Ve minel a’râbi men yettehızu mâ yunfiku magremen ve yeterabbesu bi kumud devâirdevâire, aleyhim dâiretussev’ dâiretussev’i, vallâhu semîun alîmalîmun. Ve bedevî Araplar’dan, infâk ettiği şeyi zarar kabul eden kimseler vardır. Ve devrin değişmesini, size başınıza kötü devirlerin felâketlerin gelmesini beklerler. Kötü dönemler felâketli olaylar onların üzerine olsun! Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi Suresi / Ayet-99 Ve minel a’râbî men yu’minu billâhi vel yevmil âhıri ve yettehızu mâ yunfiku kurubâtin indallâhi ve salavâtir resûlresûli, e lâ innehâ kurbetunlehum, se yudhıluhumullâhu fî rahmetihrahmetihî, innallâhe gafûrun rahîmrahîmun. Ve bedevî Araplar’dan Allah’a ve ahiret gününe Allah’a ölmeden evvel ulaşma gününe inananlar vardır. Ve infâk ettikleri şeyleri Allah’ın indinde ve Resul’ün dualarında bir yakınlık vesile kabul ederler. Muhakkak ki; o, onlar için bir yakınlık vesilesidir, öyle değil mi? Allah, onları rahmetinin içine dahil edecek. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur mağfiret edendir ve Rahîm rahmet nurunu gönderen’ Suresi / Ayet-100 Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâebeden, zâlikel fevzul azîmazîmu. O sabikûn-el evvelîn evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah’a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar Onların bir kısmı muhacirînden Mekke’den Medine’ye göç edenlerden bir kısmı ensardan Medine’deki yardımcılardan ve bir kısmı da onlara ensar ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı. Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu. Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan Allah’tan razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük azîm Suresi / Ayet-101 Ve mimmen havlekum minel a’râbi munâfikûnmunâfikûne, ve min ehlil medîneti meredû alen nifâkı lâ ta’lemuhum, nahnu na’lemuhum, se nuazzibuhum merreteyni summe yureddûne ilâ azâbin azîmazîmin. Ve sizin etrafınızda olan bedevî Araplar’dan, münafık olanlar ve şehir halkından nifak üzerinde olmaya alışmış olanlar var. Onları, sen bilmezsin. Onları, Biz biliriz. Onları, iki kere azaplandıracağız sonra onlar, azîm büyük azaba Suresi / Ayet-102 Ve âharûna’terefû bi zunûbihim haletû amelen sâlihan ve âhare seyyiâseyyien, asâllâhu en yetûbe aleyhim, innallâhe gafûrun rahîmrahîmun. Ve diğerleri savaştan geri kalanların bir kısmı, günahlarını itiraf ettiler. Salih ameli, diğer kötü amelle karıştırdılar. Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabul eder, muhakkak ki; Allah, Gafur’dur mağfiret edendir, Rahîm rahmet nuru gönderen’ Suresi / Ayet-103 Huz min emvâlihim sadakaten tutahhiruhum ve tuzekkîhim bihâ ve salli aleyhim, inne salâteke sekenun lehum, vallâhu semîun alîmalîmun. Onların mallarından sadaka olarak al ve onunla, onları temizle ve tezkiye et ve onlara dua et, muhakkak ki; senin duan onlar için bir sekînedir sukûnettir. Ve Allah; Sem’î en iyi işitendir, Alîm en iyi bilen Suresi / Ayet-104 E lem ya’lemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve ye’huzus sadakâti ve ennallâhe huvet tevvâbur rahîmrahîmu. Allah’ın kullarından, tövbeleri kabul ettiğini ve sadakaları aldığını kabul ettiğini bilmiyorlar mı? Ve muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahîm rahmet nuru gönderen’ Suresi / Ayet-105 Ve kuli’melû fe se yerallâhu amelekum ve resûluhu vel mu’minûnmu’minûne, ve se tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdeti fe yunebbiukum bi mâ kuntum ta’melûnta’melûne. De ki “İstediğinizi yapın. Allah ve O’nun Resûl’ü ve mü’minler sizin amellerinizi görecek. Gaybı görünmeyeni ve müşahade edileni görüneni bilene, döndürüleceksiniz. O zaman, sizin yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.”Tevbe Suresi / Ayet-106 Ve âharûne murcevne li emrillâhi immâ yuazzibuhum ve immâ yetûbu aleyhim, vallâhu alîmun hakîmhakîmun. Ve diğerleri, Allah’ın emri için ertelenmiştir. Onları ya azaplandırır ya da onların tövbesini kabul eder. Ve Allah; Alîm’dir en iyi bilen, Hakîm’dir hüküm veren, hikmet sahibi.Tevbe Suresi / Ayet-107 Vellezînettehazû mesciden dırâren ve kufren ve tefrîkan beynel mu’minîne ve irsâden li men hâreballâhe ve resûlehu min kablkablu, ve le yahlifunne in erednâ illelhusnâ, vallâhu yeşhedu innehum le kâzibûnkâzibûne. Ve onlar, zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek ve mü’minlerin arasını açmak ve daha önce Allah ve resûlüne karşı harbeden savaşan kişiyi beklemek gözlemek için bir mescid edindiler mescidi dirar. Ve mutlaka “Biz ancak iyilikler güzellikler isteriz.” diye yemin ederler. Ve Allah, onların kesinlikle yalancılar olduğuna şahitlik Suresi / Ayet-108 Lâ tekum fîhi ebedâebeden, le mescidun ussise alet takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhfîhi, fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû, vallâhu yuhıbbul muttahhirînmuttahhirîne. Ebediyyen orada namaz kılma ikâme etme. İlk günden takva üzerine tesis edilen kurulan mescid, orada namaz kılmak için elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi kalbini temizlemeyi, arınmayı seven adamlar vardır. Ve Allah, temizlenmiş arınmış olanları Suresi / Ayet-109 E fe men essese bunyânehu alâ takvâ minallâhi ve rıdvânin hayrun em men essese bunyânehu alâ şefâ curufin hârin fenhâre bihî fî nâri cehennemcehenneme, vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimînzâlimîne. Artık binasını Allah’tan takva ve rıza üzerine kuran mı, daha hayırlıdır, yoksa binasını kayan düşen bir çamur yığını kenarına kuran tesis eden kimse mi? Böylece cehennem ateşinin içine onunla beraber kendisi de göçer. Ve Allah, zalimler kavmini topluluğunu hidayete Suresi / Ayet-110 Lâ yezâlu bunyânuhumullezî benev rîbeten fî kulûbihim illâ en tekattaa kulûbuhum, vallâhu alîmun hakîmhakîmun. Onların yapmış oldukları bina, kalplerinde, kalpleri parçalanana kadar, bir nifak ve şüphe olarak devam edecek zail olmayacak. Ve Allah; Alîm en iyi bilen”dir, Hakîm hüküm veren ve hikmet sahibi” Suresi / Ayet-111 İnnallâheşterâ minel mu’minîne enfusehum ve emvâlehum bi enne lehumul cennehcennete, yukâtilûne fî sebîlillâhi fe yaktulûne ve yuktelûne va’den aleyhi hakkan fît tevrâti vel incîli vel kur’ânkur’âni, ve men evfâ bi ahdihî minallâhi, festebşirû bi bey’ıkumullezî bâya’tum bih bihî, ve zâlike huvel fevzul azîmazîmu. Allah muhakkak ki; Allah yolunda savaşan, böylece öldüren ve öldürülen mü’minlerden onlara verilecek cennet karşılığında, canlarını ve mallarını satın almıştır. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da, O’nun Allah’ın üzerine hak olan vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa eden kimdir? O’nunla yaptığınız alışveriş ile sevinin! Ve işte o, en büyük fevz mükâfat Suresi / Ayet-112 Ettâibûnel âbidûnel hâmidûnes sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil ma’rûfi ven nâhûne anil munkeri vel hâfizûne li hudûdillâh hudûdillâhi, ve beşşiril mu’minîn mu’minîne. Tövbe edenleri, Allah’a kul olanları, hamdedenleri, oruç tutanları veya seyahat edenleri Allah yolunda hicret edenleri, savaşmak için veya Allah’ın adını yüceltmek, dînini kuvvetlendirmek için, Allah yolunda hizmet için, ilim tahsil etmek için yurtlarından çıkanları, Allah’a ulaştırmak için ruhlarını yola çıkaranları, yeryüzünde ibretle gezip tefekkür edenleri; rükû ve secde edenleri, ma’rufla emredenleri, münkerden nehyedenleri yasaklayanları, Allah’ın hudutlarını muhafaza edenleri ve mü’minleri müjdele!Tevbe Suresi / Ayet-113 Mâ kâne lin nebiyyi vellezîne âmenû en yestagfirû lil muşrikîne ve lev kânû ulî kurbâ min ba’di mâ tebeyyene lehum ennehum ashâbul cahîmcahîmi. Bir nebînin ve âmenû olan kimselerin, müşrikler için, cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra yakınları bile olsa mağfiret dilemeleri olmaz uygun değildir.Tevbe Suresi / Ayet-114 Ve mâ kânestigfâru ibrâhîme li ebîhi illâ an mev’ıdetin vaadehâ iyyâhiyyâhu, fe lemmâ tebeyyene lehû ennehuaduvvun lillâhi teberre’e minhminhu, inne ibrâhîme le evvâhun halîmhalîmun. Ve İbrâhîm’in babası için mağfiret dilemesi olamaz olmaz. Yalnız ona vaadettiği vaad hariç. Fakat onun babasının, Allah’ın düşmanı olduğu, ona belli olduğu beyan edildiği zaman, ondan uzaklaştı. İbrâhîm muhakkak ki evvah yüreği çok sızlayantır, halîm çok merhametli Suresi / Ayet-115 Ve mâ kânallâhu lî yudılle kavmen ba’de iz hedâhum hattâ yubeyyine lehum mâ yettekûnyettekûne, innallâhe bi kulli şey’in alîmalîmun. Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, takva sahibi olacakları şeyler onlara açıklanıncaya kadar açıklanmadıkça o kavmi, dalâlete düşürecek saptıracak değildir. Muhakkak ki Allah, herşeyi en iyi Suresi / Ayet-116 İnnallâhe lehu mulkus semâvâti vel ardardı, yuhyî ve yumîtyumîtu, ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîrnasîrin. Semaların ve yerin mülkü muhakkak ki; Allah’ındır. Yaşatır hayat verir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı Suresi / Ayet-117 Lekad tâballâhu alen nebiyyi vel muhâcirîne vel ensârillezînet tebeûhu fî sâatil usreti min ba’di mâ kâde yezîgu kulûbu ferîkın minhum summe tâbe aleyhim, innehu bihim raûfun rahîmrahîmun. Andolsun ki; Allah, nebîye ve muhacirlere hicret edenlere, göç edenlere tövbeyi nasip etti. O zor zamanda kalpleri meyletmek îmândan dönmek üzere iken; ona tâbî olan ensara ve onlardan bir gruba tövbe etmeyi nasip etti. Sonra da onların tövbelerini kabul etti. Çünkü O Allah; onlara Rauf’tur çok şefkatli, Rahîm’dir rahmet nuru gönderen.Tevbe Suresi / Ayet-118 Ve ales selâsetillezîne hullifû, hattâ izâ dâkat aleyhimul ardu bimâ rehubet ve dâkat aleyhim enfusuhum ve zannû en lâ melcee minallâhi illâ ileyhileyhi, summe tâbe aleyhim li yetûbû, innallâhe huvet tevvâbur rahîmrahîmu. Ve geri bırakılan âyet-106 gazadan geri kalıp, haklarındaki hüküm ertelenen üç kişinin de tövbeleri kabul edildi âyet 117. Hatta yeryüzü geniş olmasına rağmen onlara dar gelmişti. Ve nefsleri de kendilerine dar geldi. Kendilerine Allah’tan başka bir melce sığınak olmadığını anladılar kesin olarak idrak ettiler. Sonra tövbeleri kabul edilerek ruhlarını yeniden Allah’a ulaştırsınlar diye tövbelerini kabul etti. Muhakkak ki Allah, O; Tevvab’tır tövbeleri kabul eden, Rahîm’dir rahmet nurunu gönderen.Tevbe Suresi / Ayet-119 Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn sâdikîne. Ey âmenû olanlar ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyen kimseler! Allah’a karşı takva sahibi olun ve sadıklarla beraber Suresi / Ayet-120 Mâ kâne li ehlil medîneti ve men havlehum minel a’râbi en yetehallefû an resûlillâhi ve lâ yergabû bi enfusihim an nefsihnefsihî, zâlike bi ennehum lâ yusîbuhum zameun ve lâ nasabun ve lâ mahmesatun fî sebîlillâhi ve lâ yetaûne mevtıan yagîzul kuffâre ve lâ yenâlûne min aduvvin neylen illâ kutibe lehum bihî amelun sâlihsâlihun, innallâhe lâ yudîu ecrel muhsinînmuhsinîne. Medine şehir halkı ve bedevî Araplar’dan onun çevresinde olanlar için Allah’ın Resûl’ünden geri kalmaları ve kendi nefslerini, onun nefsinden üstün tutmaları rağbet etmeleri olmaz. Çünkü böylece onlara, Allah yolunda aşırı bir susuzluk, bir yorgunluk bitkinlik ve şiddetli açlık isabet etmesi, küffarı kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basarak işgal ederek, düşmana karşı bir zafere nail olmaları yoktur ki; onunla, onlara salih amel yazılmış olmasın. Muhakkak ki Allah, muhsinlerin ecrini zayi Suresi / Ayet-121 Ve lâ yunfikûne nefakaten sagîreten ve lâ kebîreten ve lâ yaktaûne vâdien illâ kutibe lehum lî yeczîyehumullâhu ahsene mâ kânû ya’melûnya’melûne. Ve küçük ve büyük bir nafaka, infâk etmezler vermezler ve bir vadiyi geçmezler ki; Allah’ın, onların yaptıklarını en ahsen en güzel şekilde mükâfatlandırması için onların üzerine yazılmış Suresi / Ayet-122 Ve mâ kânel mu’minûne li yenfirû kâffehkâffeten, fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûnyahzerûne. Mü’minlerin hepsinin birden sefere çıkması gerekmez uygun olmaz. Böylece, her fırkadan bir grup sefere çıkmayıp, kendi kavimlerini, onlara geri döndükleri zaman, onları inzar etmeleri uyarmaları için, dîni çok iyi fıkıh etsinler! Böylece onlar hazer ederler Allah’tan çekinirler.Tevbe Suresi / Ayet-123 Yâ eyyuhellezîne âmenû kâtilûllezîne yelûnekum minel kuffâri vel yecidû fîkum gilzahgilzaten, va’lemû ennallâhe meal muttekînmuttekîne. Ey âmenû olanlar ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler! Küffardan kâfirlerden size en yakın olanlarla savaşın ve sizde bir kuvvet azîm bulsunlar! Ve biliniz ki; Allah, muhakkak takva sahipleriyle Suresi / Ayet-124 Ve îzâ mâ unzilet sûretun fe minhum men yekûlu eyyukum zâdethu hâzihî îmânâîmânen, fe emmellezîne âmenû fe zâdethum îmânen ve hum yestebşirûnyestebşirûne. Ve sure olarak bir şey indirildiği zaman onlardan birisi “Bu hanginizin îmânını arttırdı?” der. Ama âmenû olan ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyen kimseler; var ya, bu sureler onların îmânını arttırır ve onlar, birbirlerini müjdelerler sevinirler.Tevbe Suresi / Ayet-125 Ve emmellezîne fî kulûbihim maradun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûnkâfirûne. Ve fakat; kalplerinde hastalık nifak, şüphe, inkâr olanların ise böylece murdarlıklarına inkârlarına, şüphelerine ve pisliklerine murdarlık katar daha da artırır. Ve onlar, kâfir olarak Suresi / Ayet-126 E ve lâ yerevne ennehum yuftenûne fî kulli âmin merreten ev merreteyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûnyezzekkerûne. Ve onlar, senede bir veya iki kere imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra tövbe etmiyorlar Allah’a yönelmiyorlar ve onlar zikir yapmıyorlar Allah’ın ismini ardarda tekrar etmiyorlar.Tevbe Suresi / Ayet-127 Ve îzâ mâ unzilet sûretun nazara ba’duhum ilâ ba’dba’din, hel yerâkum min ehadin summensarafû, sarafallâhu kulûbehum bi ennehum kavmun lâ yefkahûnyefkahûne. Ve sure olarak bir şey indirildiği zaman “Sizi gören bir kimse var mı?” diye onlar birbirlerine bakarlar sonra giderler. Allah, onların kalplerini, fıkıh etmeyen bir kavim olmaları sebebiyle Suresi 128. Ayet Lekad câekum resûlun min enfusikum azîzazîzun, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîmrahîmun. Anlamı Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir O’nu üzer. Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve Suresi 129. Ayet Fe in tevellev fe kul hasbîyallâhhasbîyallâhu, lâ ilâhe illâ hûvhûve, aleyhi tevekkeltu ve huve rabbul arşil azîmazîmi. Anlamı Bundan sonra eğer onlar dönerlerse, o zaman onlara şöyle de “Bana, Allah yeter kâfidir, O’ndan başka ilâh yoktur. Ben, Allah’a tevekkül ettim güvendim. Ve O, azîm arşın Diğer KonularKuran-ı Kerim Hakkında BilgiKur’ân-ı Kerim Nüzul İniş Sırasına göre SurelerFâtır Suresi 29 ve 30. AyetleriFatiha SuresiBakara SuresiBakara Suresi FaziletleriYasin suresiKısa Namaz SureleriKuran-ı Kerim’de Geçen Şifa Ayetleriİslam Dininin İnanç Esaslarını Konu Alan AyetlerTefsir Nedir? Tefsir Çeşitleri Tevbe Suresi için hazırladığımız bu içeriğimizde surenin Türkçe okunuşu, Arapça yazılışı, anlamını içeren Diyanet meali ve tefsiri yer almaktadır. Ayrıca surenin fazileti hakkında bilgi Suresi Türkçe Okunuşu1. Beraetüm minallahi ve rasulihı ilellezıne ahettüm minel müşrikın2. Fe siyhu fil erdı erbeate eşhüriv va'lemu enneküm ğayru ma'cizillahi ve ennellahe muhzil kafirın3. Ve ezanüm minallahi ve rasulihı ilen nasi yevmel haccil ekberi ennallahe berıüm minel müşrikıne ve rasulüh fe in tübtüm fe hüve hayrul leküm ve in tevelleytüm fa'lemu enneküm ğayru mu'cizillah ve beşşirillezıne keferu bi azabin elım4. İllellezıne ahettüm minle müşrikıne sümme lem yenkusuküm şey'ev ve lem yüzahiru aleyküm ehaden fe etimmu ileyhim ahdehüm ila müddetihim innellahe yühıbbül müttekıyn5. Fe izenselehal eşhürul hurumü faktülül müşrikıne hayüs vecedtümuhüm ve huzuhüm vahsuruhüm vak'udu lehüm külle mersad fe in tabu ve ekamüs salate ve atevüz zekate fe hallu sebılehüm innellahe ğafurur rahıym6. Ve in ehadüm minel müşrikınestecarake fe ecirhü hatta yesmea kelamellahi sümme eblığhu me'meneh zalik bi ennehüm kavmül la ya'lemun7. Keyfe yekunü lil müşrikıne ahdün ındellahi ve ınde rasulihı illellezıne ahettüm ındel mescidil haram fe mestekamu leküm festekıymu lehüm innellahe yühıbbül mütekeyın8. Keyfe ve iy yazheru aleyküm la yerkubu fiküm illevve la zimmeh yürduneküm bi efvahihim ve te'ba kulubühüm ve ekseruhüm fasikun9. İşterav ve ayatillahi semenen kalılen fe saddu an sebılih innehüm sae ma kanu ya'melun10. La yerkubune fı mü'minın illev ve la zimmeh ve laike hümül mu'tedun11. Fe in tabu ve ekamüs salate ve atevüz zekate fe ıhvanüküm fid dın ve nüfassılül ayati le kavmiy ya'lemun12. Ve in nekesu eymanehüm mim ba'di ahdihim ve taanu fı dıniküm fe katilu eimmetel küfri innehüm la eymane lehüm leallehüm yentehun13. Ela tükatilune kavmen nekesu eymanehüm ve hemmu bi ıhracir rasuli ve hüm bedeuküm evvele merrah e tahşevnehüm fellahü ehakku en tahşevhü in küntüm mü'minın14. Katiluhüm yüazzibhümüllahü bi eydıküm ve yuhzihim ve yensurküm aleyhim ve yeşfi sudura kavmim mü'minın15. Ve yüzhib ğayza kulubihim ve yetubüllahü ala mey yeşa' vallahü alımün hakım16. Em hasibtüm en tütraku ve lemma ya'lemillahüllezıne cahedu minküm ve lem yetehızu min dunillahi ve la rasulihı ve lel mü'minıne velıceh vallahü habırum bi ma ta'melun17. Ma kane lil müşrikıne ey ya'müru mesacidellahi şahidıne ala enfüsihm bil küfr ülaike habitat a'malühüm ve fin nari hüm halidun18. İnnema ya'müru mesacidellahi men amene billahi vel yvmil ahıri ve ekames salate ve atez zekate ve lem yahşe illallahe fe asa ülaike ey yekunu minel mühtedın19. E cealtüm sikayetel hacci ve ımaratel mescidil harami ke men amen billahi vel yevmil ahıri ve cahede fı sebılillah la yestevune ındellah vallahü la yehdil kavmez zalimın20. Ellezıne amenu ve haceru ve cahdu fı sebılillahi bi emvalihim ve enfüsihim a'zamü deracetem ındellah ve ülaike hümül faizun21. Yübeşşiruhüm rabbühüm bi rahmetim minhü ve rıdvaniv ve cennatil lehüm fıha neıymüm mükıym22. Halidıne fıha ebeda innellahe ındehu ecrun azıym23. Ya eyyühellezıne amenu la tettehızu abaeküm ve ıhvaneküm evliyae inistehabbül kküfra alel ıman ve mey yetevellehüm minküm fe ülaike hümüz zalimun24. Kul in kane abaüküm ve ebnaüküm ve ıhvanüküm ve ezvacüküm ve aşıratüküm ve emvalü nıkteraftümuha ve ticaratün tahşevne kesadeha ve mesakinü terdavneha ehabbe ileyküm minallahi ve rasulihı ve cihadin fı sebılihı fe terabbesu hatta ye'tiyallahü bi emrih vallahü la yehdil kavmel fasikıyn25. Le kad nasarakümüllahü fı mevatıne kesırativ ve yevme hıneynin iz a'cebetküm kesratüküm fe lem tuğni anküm şey'ev ve dakat aleykümül erdu bi ma rahubet sümme velleytüm müdbirın26. Sümme enezlellahü sekınetehu ala rasulihı ve alel mü'minıne ve enzele cünudel lem teravha ve azzebellezıne keferu ve zalike cezaül kafirın27. Sümme yetubüllahü min ba'di zalike ala mey yeşa' vallahü ğafurur rahıym28. Ya eyyühellezıne amenu innemel müşrikun necesün fe la yakrabül mescidel haram ba'de amihim haza ve in hıftüm ayleten fe sevfe yuğnıkümüllahü min fadlihı in şa' innellahe alımün hakım29. Katilüllezıne la yü'minune billahi ve la bil yevmil ahıri ve la yühürrimune ma harremallahü ve rasulühu ve la yedınune dınel hakkı minellezıne utül kitübe hatta yu'tul cizyete ay yediv vehüm sağırun30. Ve kaletil yehudü uzeyrunibnüllahi ve kaletin nesaral mesıhubnüllah zalike kavlühüm bi efvahaham yüdahiune kavlellezıne keferu min kabl katellehümullahü enna yü'fekun31. İttehazu ahbarahüm ve ruhbanehüm erbabem min dunillahi vel mesıhabne meryem ve ma ümiru illa li ya'büdu ilahev vahıda la ilahe illa hu sübhanehu amma yüşrikun32. Yürıdune ey yutfiu nurallahi bi efvahihim ve ye'bellahü illa ey yütimme nurahu ve lev kerihel kafirun33. Hüvellezı ersele rasulehu bil hüda ve dınil hakkı li yuzhirahu aled dıni küllihı ve lev kerihel müşrikun34. Ya eyyühellezıne amenu inne kesıram minel ahbari ver ruhbani le ye'külune emvalen nasi bil batıli ve yesuddune an sebılillah vellezıne yeknizunez zehebe vel fiddate ve la yünfikuneha fı sebılillahi fe beşşirhüm bi azabin elım35. Yevme yuhma aleyha fı nari cehenneme fe tükva biha cibahühüm ve cünubühüm ve zuhuruhüm haza ma keneztüm li enfüsiküm fe zuku ma küntüm teknizun36. İnne ıddeş şühuri ındellahisna aşera şehran fı kitabillahi yevme halekas semavati vel erda miha erbeatüm hurum zaliked dınül kayyimü fe la tazlimu fıhinne enfüseküm ve katilül müşrikıne kaffeten kema yükatiluneküm kaffeh va'lemu ennallahe meal müttekıyn37. İnnemen nesıü ziyadetün fil küfri yüdallü bihillezıne keferu yühıllünehu amev ve yüharrimunehu amel li yüvatıu ıddete ma harramellahü fe yühıllu ma harremellah züyyine lehüm suü a'malihim vallahü la yehdil kavmel kafirın38. Ya eyyühellezıne amenu ma leküm iza kıyle lekümünfiru fı sebılillahis sakaltüm ilel ard e radıytüm bil hayatid dünya minel ahırah fe ma metaul hayatid dünya minel ahırah fe ma metaul hayatid dünya fil ahırati illa kalıl39. İlla tenfiru yüazzibküm azaben elımev ve yestebdil kavmen ğayraküm ve la teduruhu şey'a vallahü ala külli şey'in kadır40. İlla tensuruhü fe kad nesarahüllahü iz ahracehüllezıne keferu saniyesneyni iz hüma fil ğayri iz yekül li sahıbihı la tahzen innallahe meana fe enzelellahü sekınetehu aleyhi ve eyyedehu bi cünudil lem teravha ve ceale kelimetellezıne keferus süfla ve kelimetüllahi hiyel ulya vallahü azızün hakım41. İnfiru hıfafev ve sikalev ve cahidu bi emvaliküm ve enfüsiküm fı sebılillah zaliküm hayrul leküm in küntüm ta'lemun42. Lev kane aradan karıbev ve seferan kasıdel lettebeuke ve lakim beudet aleyhimüş şükkah ve se yahlifune billahi levisteta'na le haracna meaküm yühlikune enfüsehüm vallahü ya'lemü innehüm le kazibun43. Afallahü ank li me ezinte lehüm hatta yetebeyyene lekellezıne sadeku ve ta'lemel kazibın44. La yeste'zinükellezıne yü'minune billahi vel yevmil ahıri ey yücahidu bi emvalihim ve enfüsihim vallahü alımüm bil müttekıyn45. İnnema yeste'zinükellezıne la yü'minune billahi vel yevmil ahıri vertabet kulubühüm fe hüm fı raybihim yeteraddedun46. Ve lev eradül huruce le eaddu lehu uddetev ve lakin kerihellahümbiasehüm fe sebbetahüm ve kıylek'udu meal kaıdın47. Lev haracu fıküm ma zaduküm illa habalev ve le evdau hılaleküm yebğunekümül fitneh ve fıküm semmaune lehüm vallahü alımüm biz zalimın48. Lekadibteğavül fitnete min kablü ve kallebu lekel ümura hatta cael hakku ve zahera emrullahi vehüm karihun49. Ve minhüm mey yekulü'zel lı ve la teftinnı e la fil fitneti sekatu ve inne cehenneme le mühıytatüm bil kafirın50. İn tüsıbke hasenetün tesü'hüm ve in tüsıbke müsıybetüy yekulu kad ehazna emrana min kablü ve yetevellev vehüm ferihun51. Kul ley yüsıybena illa ma ketebellahü lena hüve mevlana ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun52. Kul hel terabbesune bina illa ıhdel husneyeyn ve nahnü neterabbesu biküm ey yüsıybekümüllahü bi azabim min ındihı ev bi eydına fe terabbesu inna meaküm müterabbisun53. Kul enfiku tav'an ev kerhel len yütekabbele minküm inneküm küntüm kavmen fasikıyn54. Ve ma meneahüm en tukbele minhüm nefekatühüm illa ennehüm keferu billahi ve bi rasulihı ve la ye'tunes salate illa vehüm küsala ve la yünfikune illa vehüm karihun55. Fe la tü'cibke emvalühüm ve la evladühüm innema yürıdüllahü li yüazzibehüm biha fil hayatid dünya ve tezheka enfüsühm ve hüm kafirun56. Ve yahlifune billahi innehüm le minküm ve ma hüm minküm ve lakinnehüm kavmüy yefrakun57. Lev yecidune melceen ev meğaratin ev müddehalel le vellev ileyhi vehüm yecmehun58. Ve minhüm mey yelmizüke fis sadekat fe in u'tu minha radu ve il lem yu'tav minha iza hüm yeshatun59. Ve lev ennehüm radu ma atahümlahü ve rasulühu ve kalu hasbünallahü se yü'tınellahü min fadlihı ye rasulühu inna ilallahi rağıbun60. İnnemas sadekatü lil fükarai vel mesakıni vel amilıne aleyha vel müellefeti kulubühüm ve firrikabi vle ğarimıne ve fı sebılillahi vebnis sebıl ferıdatem minallah vallahü alımün hakım61. Ve minhümüllezıne yü'zunen nebiyye ve yekulune hüve üzün kul üzünü hayril leküm yü'minü billahi ve yü'minü lil mü'minıne ve rahmetül lillezıne amenu minküm vellezıne yü'zune rasulellahi lehüm azabün elım62. Yahlifune billahi leküm li yürduküm vallahü ve rasulühu ehakku ey yürduhü in kanu mü'minın63. E lem ya'lemu ennehu mey yühadidillahe ve rasulehu fe enne lehu nara cehenneme haliden fıha zalikel hızyül azıym64. Yahzerul münafikune en tünezzele aleyhim suratün tünebbiühüm bi ma fı kulubihim kulistehziu innellahe muhricüm ma tahzerun65. Ve lein seeltehüm le yekulünne innema künna nehudu ve nel'ab kul e billahi ve ayatihı ve rasulihı küntüm testehziun66. La ta'teziru kad kefartüm ba'de ımaniküm in na'fü an taifetim minküm nüazzib taifetem bi ennehüm kanu mücrimın67. El münafikun vel münafikatü ba'duhüm min ba'd ye'mürune bil münkeri ve yenhevne anil ma'rufi ve yakbidune eydiyehüm nesüllahe fe nesiyehüm innel münafikıyne hümül fasikun68. Veadellahül münafikıyne vel münafikati vel küffara nara cehenneme halidıne fıha hiye hasbühüm ve leanehümüllah ve lehüm azabüm mükıym69. Kellezıne min kabliküm kanu eşedde minküm kuvvetev ve eksera emvalev ve evlada festemteu bi halakıhim festemta'tüm bi halaıküm kemestem teallazıne min kabliküm bi halakıhüm ve hudtüm kellezı hadu ülaike habitat a'malühüm fid dünya vel ahırah ve ülaike hümül hasirun70. E lem ye'tihim nebüllezıne min kablihim kavmi nuhıv ve adiv ve semude ve kavmi ibrahıme ve ashabi medyene vel mü'tefikat etethüm rusülühüm bil beyyinat fe ma kanellahü li yazlimehüm ve lakin kanu enfüsehüm yazlimun71. Vel mü'minune vel mü'miratü ba'duhüm evliyaü ba'd ye'mürune bil ma'rufi ve yenhevne anil münkeri ve yükıymunes salate ve yü'tunez zekate ve yütıy'unellahe ve rasuleh ülaike se yerhamühümüllah innellaha azızün hakım72. Veadellahül mü'minıne vel mü'minati cennatin tecrı min tahtihel enharu halidıne fıha ve mesakine teyyibeten fı cennati adn ve rıdvanüm minallahi ekber zalike hüvel fevzül azıym73. Ya eyyühen nebiyyü cahidil küffara vel münafikıyne vağluz aleyhim ve me'vahüm cehennem ve bi'sel mesıyr74. Yahlifune billahi ma kalu ve le kad kalu kelimetel küfri ve keferu ba'de islamihim ve hemmu bi ma lem yenalu ve ma nekamu illa en ağnahümüllahü ve rasulühu min fadlih fe iy yetubu yekü hayral lehüm ve iy yetevellev yüazzibhümüllahü azaben elımen fid dünya vel ahırah ve ma lehüm fil erdı miv veliyyiv ve la nasıyr75. Ve minhüm men ahedellahe le in atana min fadlihı le nessaddekanne ve le nekunenne mines salihıyn76. Felemma atahüm min fadlihı behılu bihı ve tevellev ve hüm mu'ridun77. Fe a'kabehüm nifakan fı kulubihim ila yevmi yelkavnehu bi ma ahlefüllahe ma veaduhü ve bi ma kanu yekzibun78. E lem ya'lemu ennellahe ya'lemü sirrahüm ve necvahüm ve ennellahe allamül ğuyub79. Ellezıne yelmizunel mütteavviıyne minel mü'minıne fis sadekati vellezıne la yecidune illa cühdehüm fe yesharune minhüm sehırallahü minhüm ve lehüm azabün elım80. İstağfir lehüm ev la testağfir lehüm in testağfir lehüm seb'ıyne merraten fe ley yağfirallahü lehüm zalike bi ennehüm keferu billahi ve rasulih vallahü la yehdil kavmel fasikıyn81. Ferihal mühallefune bi mak'adihim hılafe rasulillahi ve kerehu ey yücahidu bi emvalihim ve enfüsihim fı sebılillahi ve kalu la tenfiru fil harr kul naru cehenneme eşddü harra lev kanu yefkahun82. Fel yadhaku kalılev vel yebku kezıra cezaem bi ma kanu yeksibun83. Fe ir raceakellahü ila taifetim minhüm feste'zenuke lil huruci fe kul len tahrucu meıye ebedev ve len tükatilu meıye adüvva inneküm radıytüm bil kuudi evvele merratin fak'udu meal halifın84. Ve la tüsalli ala ehadim minhüm mate ebedev ve la tekum ala kabrih innehüm keferu billahi ve rasulihı ve matu ve hüm fasikun85. Ve la tu'cibke emvalühüm ve evladühüm innema yürıdüllahü ey yüazzibehüm biha fid dünya ve tezheka enfüsühüm ve hüm kafirun86. Ve iza ünzilet suratün en aminu billahi ve cahidu mea rasulihiste'zeneke ülüt tavli minhüm ve kalu zerna neküm meal kaıdın87. Radu bi ey yekunu meal havalifi ve tubia ala kulubihim fehüm la yefkahun88. Lakinir rasulü vellezıne amenu meahu cahedu bi emvalihim ve enfüsihim ve ülaike lehümül hayratü ve ülaikehümül müflihun89. Eaddellahü lehüm cennati tecrı min tahtihel enharu halidıne fıha zalikel fevzül azıym90. Ve cael müazzirune minel a'rabi li yü'zene lehüm ve kaadellezıne kezebüllahe ve rasuleh se yüsıybüllezıne keferu minhüm azabün elım91. Leyse aled duafai ve la alel merda ve la alellezıne la yecidune me yünfikune haracün iza nesahu lillahi ve rasulih ma alel muhsinıne min sebıl vallahü ğafurur rahıym92. Ve la alellezıne iza ma etevke li tahmilehüm kulte la ecidü ma ahmilüküm aleyhi tevellev ve a'yünühüm tefıdu mined dem'ı hazenen ella yecidu ma yünfikun93. İnnemes sebılü alellezıne yeste'zinuneke ve hüm ağniya' radu bi ey yekunu meal havalifi ve tabeallahü ala kulubihim fehüm la ya'lemun94. Ya'tezirune ilyküm iza raca'tüm ileyhim kul la ta'teziru len nü'mine leküm kad nebbeenellahü min ahbariküm ve se yerallahü ameleküm ve rasulühu sümme türaddune ila alimil ğaybi veş şehadeti fe yünebbiüküm bi ma küntüm ta'melun95. Se yahlifune billahi leküm izenkalebtüm ileyhim li tu'ridu anhüm fe a'ridu anhüm innehüm ricsüv ve me'vahüm cehennem cezaem bi ma kanu yeksibun96. Yahlifune leküm li terdav anhüm fe in terdav anhüm fe innellahe la yerda anil kavmil fasikıyn97. El a'rabü eşeddü küfrav ve nifakav ve ecderu ella ya'lemu hudude ma enzelellahü ala rasulih vallahü alımün hakım98. Ve minel a'rabi mey yettehızü ma yünfiku mağramev ve yeterabbesu bikümüd devair aleyhim dairatüs sev' vallahü semıun alım99. Ve minel a'rabi mey yü'minü billahi vel yevmil ahıri ve yettehızü ma yünfiku kurubatin ındellahi ve salevatir rasul ela inneha kurbetül lehüm se yüdhılühümüllahü fı rahmetih innellahe ğafurur rahıym100. Ves sabikunel evvelune minel mühacirıne vel ensari vellezınettebeuhüm bi ıhsanir radıyallahü anhüm ve radu anhü ve eadde lehüm cennatin tecrı tahtehel enharu halidıne fıha ebeda zalikel fevzül azıym101. Ve mimmen havleküm minel a'rabi münafikun ve min ehlil medıneti meradu alen nifakı la ta'lemühüm nahnü na'lemühüm se nüazzibühüm merrateyni sümme yüraddune ila azabin azıym102. Ve aharuna'terafu bi zünubbihim haletu amelen salihav ve ahara seyyia asellahü ey yetube aleyhim innellahe ğafurur rahıym103. Huz min emvalihim sadekaten tütahhiruhüm ve tüzekkıhim biha ve salli aleyhim inne salateke sekenül lehüm vallahü semıun alım104. E lem ya'lemu ennellahe hüve yakbelüt tevbete an ıbadihı ve ye'huzüs sadekati ve ennellahe hüvet tevvabür rahıym105. Ve kulı'melu fe se yerallahü ameleküm ve rasulühu vel mü'minun ve se türaddune ila alimil ğaybi veş şehadeti fe yünebbiüküm bi ma küntüm ta'melun106. Ve aharune mürcevne li emrillahi imma yüazzibühüm ve imma yetubü aleyhim vallahü alımün hakım107. Vellezınettehazu mesciden dırarav ve küfrav ve tefrıkam beynel mü'minıne ve irsadel li men habellahe ve rasulehu min kabl ve le yahlifünne in eradna illel husna vallahü yeşhedü innehüm le kazibun108. La tekum fıhi ebeda le mescidün üssise alet takva min evveli yevmin ehakku en tekume fıh fıhi ricalüy yühıbbune ey yetetahheru vallahü yühıbbül müttahhirın109. E fe men essese bünyanehu ala katva minallahi ve rıdvanin hayrun em men essese bünyanehu ala şefacürufin harin fenhara bihı fı nari cehennem vallahü la yehdil havmez zalimın110. La yezalü bünyanühümlezı benev rıbeten fı kulubihim illa en tekattaa kulubühüm yallahü alımün hakım111. İnnellaheştera minel mü'minıne enfüshehüm ve emvalehüm bi enne lehümül cenneh yükatilune fı sebılillahi fe yaktülune ve yuktelune va'den aleyhi hakkan fit tevrati vel incıli vel kur'an ve men evfa bi ahdihı festebşiru bi bey'ıkümlezı bay'tüm bih ve zalike hümvel fevzül azıym112. Ettaibunel abidunel hamidunes saihuner rakiunes sacidunel amirune bil ma'rufi ven nahune anil mümkeri vel hafizune li hududillah ve beşşiril mü'minın113. Ma kane lin nebiyyi vellezıne amenu ey yestağfiru lil müşrikıne velev kanu ülı kurba mim ba'di ma tebeyyene lehüm ennehüm ashabül cehıym114. Ve ma kanestiğfaru ibrahıme li ebıhi illa am mev'ıdetiv veadeha iyyah felemma tebeyyene lehu ennehu adüvvül lilhahi teberrae minh inne ibrahıme le evvahün halım115. Ve ma kanellahü li yüdılle kavmem ba'de iz hedahüm hatta yübeyyine lehüm ma yettekun innellahe bi külli şey'in alım116. İnnellahe lehu mülküs semavati vel ard yuhyı ve yümıt ve ma leküm min dunillahi miv veliyyiv ve la nasıyr117. Le kad tabellahü alen nebiyyi vel mühacirıne vel ensarillezınettebeuhü fı saatil usrati mim ba'di ma kade yezığu kulubü ferıkım minhüm sümme tabe aleyhim innehu bihim raufür rahıym118. Ve ales selasetillezıne hulifu hatta iza dakat aleyhimül erdu bi ma rahubet ve dakat aleyhim enfüsühüm ve zannu el la melcee minallahi illa ileyh sümme tabe aleyhim li yetubu innellahe hüvet tevvabür rahıym119. Ya eyyühellezıne amenüttekullahe ve kunu meas sadikıyn120. Ma kane li ehlil medıneti ve men havlehüm minel a'rabi ey yetehallefu ar rasulillahi ve la yerğabu bi enfüsihim an nefsih zalike bi ennehüm la yüsıybühüm zameüv ve la nesabü v ve la mahmesatün fı sebılillahi ve la yetaune mevtıey yeğıyzul küffara ve la yenalune min adüvvin neylen illa kütibe lehüm bihı amelün salıh innellahe la yüdıy'u ecral muhsinın121. Ve la yünfikune nefekaten sağıyratev ve la kebıratev ve la kebıratev ve la yaktaune vadiyen illa kütibe lehüm li yecziyehümullahü ahsene ma kanu ya'melun122. Ve ma kanel mü'minune li yenfiru kaffeh fe lev la nefera min külli firkatim minhüm taifetül li yetefekkahu fid dıni ve li yünziru kavmehüm iza raceu ileyhim leallehüm yahzerun123. Ya eyyühellezıne amenu katilüllezıne yaluneküm minel küffari vel yecidu fıküm ğılzah va'lemu ennallahe meal müttekıyn124. Ve iza ma ünzilet zuratün fe minhüm mey yekulü eyyüküm zadethü hazihı ımana fe emmellezıne amenu fe zadethüm ımanev vehüm yestebşirun125. Ve emmellezıne fı kulubihim meradnu fe zadethüm ricsen ila ricsihim ve matu ve hüm kafirun126. E ve la yeravne ennehüm yüftenune fı külli amim merraten ev merrateyni sümme la yetubune ve la hüm yezzekkerun127. Ve iza ma ünzilet suratün nezara ba'duhüm ila ba'd hel yeraküm min ehadin sümmensarafu sarafellahü kulubehüm bi ennehüm kavmül la yefkahun128. Le kad caeküm rasulüm min enfüsiküm azızün aleyhi ma anittüm harısun aleyküm bil mü'minıne raufür rahıym129. Fe in tevellev fe kul hasbiyallahü la ilahe illa hu aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azıymTevbe Suresi KonusuTevbe Suresinde Hz. İsa, zekat, küfür ve iman gibi temel dini konular ele alınmıştır. Aynı zamanda müşrikler ile olan savaşta esas alınması gereken noktalar tek tek, tüm ayrıntılarıyla anlatılır. Allah'ın verdiği emirleri yerine getirip, yasaklarından sakınanların iman derecelerinin yükseldiği de ifade edilir. Tevbe Suresi, Kuran'ın en uzun surelerinden biridir. Bu nedenle tek bir konu ile sınırlı kalmayıp farklı konuları derinlemesine Suresinin Önemi Müslümanlara doğrudan seslenen Tevbe Suresinde, iman sahiplerinin iş yapıp eyleme geçmeleri ve değer üretmeleri öğütlenmiştir. İslam inancına göre bir Müslüman Allah yolunda harcamalı, ilim sahibi olmalı, üretmeli ve paylaşmalıdır. Yeryüzü Allah'tan başkasının değildir ve üzerinde yaşayanlar yardımlaşma içinde olmalıdır. Bu sure münafıkların genel özelliklerini sıraladığı için de büyük bir öneme sahiptir. Münafıkların kötülüğü birbirlerine özendirdiklerini anlatan 67. ayette onların Allah'ı unuttuğu ifade edilir. Buna karşın Allah'ın da yoldan sapan insanları unuttuğu Suresi Kaç Ayet ve Sayfa? Ne Zaman İndirilmiştir? 20 Sayfa olan Tevbe Suresi 129 ayettir. Son iki ayeti hariç tamamı Medine döneminde indirilmiştir. Tövbe etmenin önemi vurgulandığı için bu ismi Suresi Kaçıncı Sayfa ve Cüz İçerisinde Yer Alıyor? Tevbe Suresi 10. cüz içerisinde yer alır. İlk ayeti 186, son ayeti ise 206. Suresini Okumanın Fazileti ve Faydaları Allah'ın Gafur ve Rahim sıfatlarının da hatırlatıldığı Tevbe suresi en faziletli sureler içerisinde yer alır. Kalben iman etmiş Müslümanlar birçok konuda kesin bir şekilde uyarılır. Bir müminin babası ya da yakın akrabası şirk ve küfür içerisine düşmüşse, onların da dost edinmemesi gerektiği söylenir. İslam soy / nesep birliğine vermez. İslam için önemli olan sebep birliğidir. Hz. Muhammed'in veda hutbesinde de bildirdiği üzere her Müslüman soyuna, kanına ve ten rengine bakılmaksızın Suresinde Yahudi ve Hristiyanların Allah'a karşı işledikleri günahlar da anlatılır. 30. ayette Hz. İsa'yı ve Hz. Uzeyr'i Allah'ın oğlu ilan eden Hristiyanlar ve Yahudiler anlatılır. İslam'da şirk en büyük günahtır ve Allah doğmamış, doğurmamıştır. Allah'a oğullar isnat etmek ise şirkin küfürle buluşmuş halidir. Bu ayetler üzerine uzun uzun düşünmeli ve en büyük günah olan şirkten uzak Suresi Abdestsiz Okunur mu? Seferdeyken, günlük hayatın içerisinde ve uyumadan önce abdestsiz Tevbe suresi okunabilir. Ancak bu sure Kuran'dan okunacağı takdirde abdest alınması gerekir. Birçok hadis ve sünnet kaynağında Kuran'a dokunmadan önce abdest alınması gerektiği Suresinin Hikmeti ve Sırları Tevbe suresinde Müslümanların müşrik ve kafirlere karşı sert olmaları ve birbirleriyle yardımlaşmaları öğütlenir. 107. ayetinde ise İslam'ı fırkalara bölmek isteyen kişilerin yaptıkları mescitlerde ibadet edilmemesi gerektiği anlatılır. Sıcağı bahane gösterip cihat etmek istemeyen kişilere ise cehennem sıcağı hatırlatılır. 125. ayet ise kafirlerin kalplerinin hastalıklı olduğu söylenir. Kalbi temiz olan müminler ise sadece Allah'a ve hayra Suresi Ne İçin, Ne Zaman, Neden ve Nasıl Okunur? Her Müslüman tövbe etmekle mükelleftir. Bir peygamber olan Hz. Muhammed buna rağmen gün içerisinde sayısız kere şükrederdi. Bir gün ona cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen neden tövbe ettiği sorulduğunda, Allah'a şükretmek için diye cevap verir. Tövbe hem af dilemek hem de şükretmek için edilir. Dolayısıyla Tevbe suresi hem geçmiş günahları tekrarlamamak hem de Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için okunur. Namazlarda ve günlük ibadetlerde de Suresi Nasıl Ezberlenir?Kurandaki en uzun surelerden biri olduğu için günlere bölünerek, kısım kısım ezberlenmelidir. Telaffuz konusunda zorluk çekenler hafızların okuduğu ayetleri dinleyerek tekrar Suresi Ne Anlatıyor? Tevbe Suresinin 60. ayetinde Allah'ın Alim ve Hakim sıfatları yer alır. Sadaka ve zekat vermenin her Müslümana farz olduğu anlatılır. Yolda kalmışlara, muhtaçlara ve yoksullara yardım edilmesinin ne kadar önemli olduğu Suresi Ölülere Okunur mu? Kabir ziyaretlerinde ilk ve son ayetleri okunabilir. Ölülere rahmet dilemek isteyen müminler de Tevbe suresinin bir kısmını ya da tamamını Arapça ve Türkçe olarak Suresi Özellikleri Kurandaki en uzun surelerden biridir. 2 ayeti hariç tamamı Medine'de inmiştir. Kuran-ı Kerim'in 9. suresi olan Tevbe suresi, tövbe etmenin önemini anlattığı için bu ismi Suresi Şifa İçin Okunur mu?Tevbe suresi hastalıklardan korunmak, şifa bulmak ve manevi sıkıntılardan kurtulmak için Suresi ve Uzun Bağışlama Duası Allah katında bağışlanmak ve tövbe etmek isteyen Müslümanlar Tevbe suresini uzun bağışlanma duasından önce ya da sonra Suresini Üzerinde Taşımak Müslümanlar hastalıklardan ve musibetlerden korunmak için de Tevbe suresini üzerinde Suresi Ne Zaman Okunmalı? Surenin ilk on - on beş ayeti namaz esnasında okunabilir. Sabah namazından son iki ayeti 10 kere tekrar Suresi Türkçe Anlamı Diyanet MealiAllah ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur ﴾1﴿ Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir. ﴾2﴿ Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele! ﴾3﴿ Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾4﴿ Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾5﴿ Eğer Allah'a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah'ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir. ﴾6﴿Allah ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur ﴾1﴿ Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir. ﴾2﴿ Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele! ﴾3﴿ Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾4﴿ Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾5﴿ Eğer Allah'a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah'ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir. ﴾6﴿Allah'a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾7﴿ Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, ne akrabalık bağlarını, ne de antlaşma yükümlülüğünü gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir. ﴾8﴿ Allah'ın âyetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür! ﴾9﴿ Bir mü'min hakkında ne akrabalık bağlarını, ne de antlaşma yükümlülüğünü gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir. ﴾10﴿ Fakat tövbe edip, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız. ﴾11﴿ Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün ele başlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riâyet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler. ﴾12﴿ Yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan ve üstelik size tecavüzü ilk defa kendileri başlatan bir kavimle savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa Allah, -eğer siz gerçek mü'minler iseniz- kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. ﴾13﴿ Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mü'min topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ﴾14-15﴿ Yoksa; Allah içinizden, Allah'tan, Resûlünden ve mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeksizin cihad edenleri ayırt etmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ﴾16﴿ Allah'a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah'ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır. ﴾17﴿ Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur. ﴾18﴿ Siz hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ın bakım ve onarımını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin amelleri gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah zâlim topluluğu doğru yola erdirmez. ﴾19﴿ İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. ﴾20﴿Tevbe Suresi Arapça OkunuşuTEVBE SURESİ ARAPÇA YAZILIŞININ VE MEALİNİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINTevbe Suresi Tefsiri Kur'an Yoluİnsanî ilişkilerin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinde ve toplumsal düzenin tesisi ve korunmasında antlaşma ve sözleşmeler çok önemli bir yere sahiptir. Sözleşmelerin güvenilir olması ve işlevini ifa edebilmesi de ahde vefâ ilkesinin korunmasına bağlıdır. Kur’an gerek insanın kendisini yaratan Allah’a verdiği söz, gerekse başka insanlarla yaptığı sözleşmeler anlamında ahid kavramı üzerinde önemle durmuş ve değişik vesilelerle ahde vefâ ilkesine vurgu yapmıştır Bakara 2/40; Mâide 5/1, 7. Daha peygamberlik öncesi dönemde yakın çevresi tarafından güvenilir, sözünde durur bir kişi olmasıyla tanınan Hz. Muhammed de peygamberliği süresince karşılaştığı bütün zorluklara rağmen bu ilkeden ödün vermemiş ve bu konuda çevresindeki müminlere iyi bir örnek olmuştur. İşte yaklaşık yirmi iki yıllık bir süre içinde İslâmiyet’in amansız düşmanları olan Mekke putperestleriyle ilişkilerinde bile sözünde durma ve ahde vefâ konusunda titiz davranan ve ashâbı tarafından bu husustaki duyarlılığı çok iyi bilinen Resûlullah’ın daha önce yapılmış bir antlaşmayı yok sayıp birdenbire sahip olduğu gücü ön plana çıkarması beklenemezdi. Fakat içten içe yıkıcı faaliyetlerde bulunarak müslümanları birbirine düşürmeye çalışan ve bunu temin için münafıklarla iş birliği yapan müşriklerin mevcut antlaşma hükümlerini fiilen bozmaları karşısında, içi boşaltılmış bir antlaşmayı istismar etmelerine de müsaade edilemezdi. Müşriklerin antlaşma hükümlerini sinsice ihlâl etmeleri ve hıyanet içinde bulunmaları karşısında Resûlullah’ın da bu antlaşmaları bozabileceği Enfâl sûresinde bildirilmiş 8/58 ve bu konuda müslümanların fikrî bir hazırlık içinde olmaları sağlanmıştı. Tebük Seferi’nde yaşanan birçok olay da müslümanlarla birlikte hareket ediyor görünen kişilerin gerçek yüzlerini açığa çıkarma açısından onlara önemli tecrübeler kazandırmıştı. Nihayet Tebük Seferi’ni takiben bu bildirimin yapılması zamanının geldiği Resûlullah’a vahyedildi Müslümanların antlaşma yaptığı müşrikler artık bu antlaşmanın geçersiz olduğunu bilmeliydiler! Peygamber’in bizzat bulunmayıp emîr olarak Hz. Ebû Bekir’i görevlendirdiği hac esnasında bu duyuru yapılacak ve buna bağlı sonuçlar kendilerine hatırlatılacaktı. Türkçe’de “berat” şeklinde telaffuz edilen berâe, sözlükte, “bir işten veya sorumluluktan sıyrılmak, kötü bir durumdan uzaklaşmak, katışık halden çıkıp duru hâle gelmek” gibi anlamlara gelir. Borçlu için “berî oldu” denince borçtan, hasta için “berî oldu” denince de hastalıktan kurtulduğu ve aslî durumuna döndüğü kastedilir. “Berâet-i zimmet asıldır” şeklindeki hukuk kaidesinde geçen berâet kelimesi suçsuz ve borçsuz olmayı ifade eder. Bu kelimenin bir de toplumlar arası ilişkiler ve savaş hukuku bakımından ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da taraflar arasında dostluk ilişkisinin kopması, dokunulmazlık ve güven ilkesinin geçerliliğine son verilmesi, daha önceki taahhütlerin sorumluluğundan kurtulma, kısaca ilişki kesmedir. 1. âyette geçen “berâe” kelimesini yapılan bildirimin içeriği dikkate alınarak ve bunun şiddetli bir ihtar olduğunu belirtmek üzere “ültimatom” şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat milletlerarası ilişkiler terminolojisinde bu kelimenin kullanıldığı anlam ile âyetteki berâe kelimesinin tam olarak örtüştüğü söylenemez. Âyette bildirimde bulunan taraf Allah ve resulü, bildirimin yapıldığı taraf ise müslümanların kendileriyle antlaşma yaptıkları müşrikler şeklinde ifade edilmiştir. Burada şöyle bir anlatım inceliğinin bulunduğu görülmektedir Müşriklerle muahede konusunda “kendileriyle antlaşma yaptığınız” ifadesi kullanılarak yüce Allah’ın böyle bir antlaşmaya taraf olamayacağı, sadece belirli şartlarda müslümanların bu tür bir akdin tarafı olabilecekleri ima edilmiş olmaktadır Râzî, XV, 217. Hz. Peygamber’in bu akde taraf olması ise Allah’ı temsilen değil müslümanların temsilcisi ve yöneticisi sıfatıyladır. Nitekim bu duyurunun ne zaman yapılacağını bildiren 3. âyette Allah ve resulünün müşriklerle hiçbir bağının bulunmadığı ayrıca ifade edilmiş ve Hz. Peygamber de müşriklerin bulunabileceği hicretin 9. yılındaki bu hacda bulunmamıştır. 7. âyette de bu ince mânayı koruyan bir ifade kullanıldığı görülmektedir. Resûlullah’ın sefere gönderdiği kumandanlara şu meâlde bir tâlimat vermesi de bu yorumu güçlendirici niteliktedir Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme, kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap; zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl edilmiş hâle düşürmekten iyidir. Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah’ın hükmünü vermeni isterlerse, bunu kabul etme, kendi hükmünü ver; çünkü onlar hakkında Allah’ın hükmünü isabet ettirip ettiremeyeceğini bilemezsin Müslim, “Cihâd”, 3. Muhatapların hiç süre verilmeksizin, âniden antlaşmaya son verildiği ve böylece haksızlığa uğratıldıkları iddiasında bulunamamaları için 2. âyette kendilerine dört ay süre verildiği bildirilmiştir. Bu âyetteki “serbestçe dolaşın” şeklinde çevrilen “sîhû” emrinin masdarı olan “siyâhat”, Arap dilinde sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi aykırı davranışları sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü önlemi alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir Elmalılı, IV, 2448. Bununla birlikte âyetin devamında müşriklerin Allah’ı asla âciz bırakamayacakları ve Allah’ın inkârcıları rüsvâ edeceği yönünde bir uyarı yapılmaktadır. Müteakip âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, burada müşriklere şu hususlar bildirilmiş olmaktadır Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamazsınız. Şayet eski tavırlarınızda ısrar ederseniz ve İslâm’ın müslümanlar için en kutsal mekân ilân ettiği Kâbe’nin çevresinde varlığınızı ve egemenliğinizi sürdürmeye çalışırsanız müslümanlara karşı savaş açmış sayılırsınız ve bunun sonuçlarına katlanırsınız. Fakat biliniz ki bu şekilde süre verilmesinin sebebi âcizlik değil, size düşünüp taşınma ve tövbe etme imkânı sağlamaktır; yine biliniz ki Allah’ın iradesini aşamazsınız, O’nu âciz bırakamazsınız ve rezil rüsvâ olmayı göze almış olursunuz; eğer tövbe ederseniz bu sizin için daha iyi olur Râzî, XV, 220. Burada verilen dört aylık sürenin başlangıcı ve bitimi hakkında tefsirlerde farklı açıklamalar yer almaktadır Taberî, X, 59-62, 65-66; Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV, 219-220, 225. Bazı müfessirler Tevbe sûresinin Şevval ayında indiği bilgisinden hareketle bu sürenin Muharrem ayının sonunda bitmesi gerekeceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat âyetin, Hz. Ebû Bekir’in hac için gönderilmesini takiben indiği, burada antlaşmanın feshini takiben belirli bir müddet tanınmasının amaçlandığı ve bunun hac esnasında Zilhicce ayının 9 veya 10. günü tebliğ edildiği dikkate alınınca, dört aylık bu sürenin Zilhicce’nin10’undan Rebîülâhir’in 10’una kadar olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Taberî, süre verilen tarafın bunu bilmesi gerektiği ilkesine ve bu bildirimin de hac esnasında yapıldığı olgusuna dikkat çekerek anılan görüşü eleştirmektedir X, 66. Bununla birlikte, o yıl Zilhicce’nin onu sayılan hac gününün gerçekte Zilkade ayına tesadüf ettiği rivayeti esas alındığında, bu süre 10 Rebîülevvel’de sona ermiş olmaktadır; zira o sırada henüz müşriklerin “nesî” âdeti kalkmamıştı ve aylar Resûlullah’ın haccında yerine oturmuştu “nesî” hakkında bilgi için bk. âyet 37. Âyette belirtilen dört aylık sürenin ilgilileri hakkında birçok izah yapılmıştır. Bu izahlar ile 4 ve 7. âyetlerde ahidlerine sadakat gösterenler için getirilen istisnalar birlikte değerlendirildiğinde, buradaki süre ile müşriklerle yapılmış antlaşmaların süreleri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamak uygun olur Antlaşmalarına sadakat gösterenler bakımından daha önce belirlenmiş süreye uymak gerekir; burada belirlenen süre antlaşma hükümlerini çiğneyenler hakkındadır. Bunlardan müddeti âyette belirtilenden daha fazla kalmış olanlar hakkında bu süre kısaltılmış, daha az kalmış olanlar ile süre tayin edilmeden antlaşma yapılanlara ise bu kadar süre verilmiştir Taberî, X, 59-63, 65-66,77; Râzî, XV, 219. Şu var ki Taberî, buradaki “dört ay”ın müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan, 5. âyetteki “haram aylar”ın ise müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikler hakkında olduğu kanaatindedir. Buna göre, süresiz antlaşması bulunan veya süreli olmakla beraber ahdini bozmuş bulunan müşriklere o yılın hac gününden itibaren dört ay 10 Rebîülâhir’e kadar müddet tanınmış, antlaşması bulunmayan müşrikler bakımından ise verilen süre muharrem ayının sonunda yapılan bildirimden elli gün sonra bitmiş olmaktadır X, 66. Fakat 5. âyetteki “haram aylar”ın İslâmî terminolojide “eşhür-i hurum” diye bilinen bk. âyet 36 aylar şeklinde anlaşılması ve böylece antlaşması bulunmayan müşriklere iki aydan az bir süre tanındığı sonucunun çıkarılması bu sûre ile getirilen düzenlemenin ruhu ile bağdaşır görünmemektedir. Zira antlaşmasını bozan müşriklere bile dört ay güvence ve düşünme fırsatı veren bir düzenlemede, –antlaşması bulunmayanlar sürekli savaş halinde kabul edilse dahi– hiç değilse ahdi bozmuş durumda bulunmayan bu kesim için diğerine göre çok kısa bir süre tanınması anlamlı görünmemektedir. 3. âyetin “büyük hac günü” diye çevrilen kısmıyla ne kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birine göre Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra yapılan umreye hacc-ı asgar küçük hac dendiği için, İslâm’da ilk defa hicretin 9. yılı yapılan bu hacca da onun mukabili olmak üzere hacc-ı ekber büyük hac denmiştir. Taberî’nin de tercih ettiği bu yoruma göre âyette geçen “büyük” sıfatı sırf o yılın haccına özgü değildir, umre mahiyetinde olmayan hac ilk defa o yıl başladığı için böyle anılmıştır ve daha sonraki bütün haclar için bu sıfat geçerlidir X, 75-76. Bazı âlimler bu haccın böyle nitelenmesinin sebebini, o yıl müslümanların ve müşriklerin bir arada bulunmaları ve haccın bir Ehl-i kitap bayramına tesadüf etmesi şeklinde açıklamışlar, gerek daha önce gerekse daha sonra böyle bir durumun benzerine rastlanmadığını belirtmişlerdir Taberî, X, 75; Zemahşerî, II, 138-139. Bazı âlimler de inkârcıların bayramının Allah’ın hoşnut olmadığı günlerden olduğu gerekçesiyle bu yoruma karşı çıkmışlardır. Râzî bu eleştiriyi isabetsiz bulur ve burada maksadın, bütün bu inanç gruplarınca o günün büyük telakki edildiğini belirtmek olduğunu kaydeder XV, 221-222. Diğer bir yorum da şöyledir Âyette o yılın haccı için böyle niteleme yapılması, İslâm’ın başarı ve üstünlüğünü, putperestliğin zelil hale düştüğünü ilân eden hac olması sebebiyledir. O yılın haccı bu açıdan özel bir önemi haiz olmakla beraber, müslümanlar nezdinde en yüce değere sahip hac kuşkusuz Resûlullah’ın ertesi sene yaptığı Vedâ haccıdır ve âyetteki niteleme bunu da kapsamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber kendi bulunduğu hac hakkında “Bu en büyük hac günüdür” buyurmuşlardır. Bu sebeple âyetteki hacc-ı ekber tabirini, ilânın yapıldığı hac günü açısından hicrî 9. yılda yapılan hac diye, bu ilânın sonuçlarının tam olarak gerçekleşmesi açısından ise Vedâ haccı diye anlayanlar olmuştur. Bazı müfessirlere göre ise buradaki “büyüklük” vasfı, o yılki haccın başka haclarla veya ibadetlerle karşılaştırılması anlamını içermemekte, hac ibadetinin en büyük kısmına işaret etmektedir; bu anlamıyla büyüklük bütün hacların o önemli kısmı hakkında geçerlidir. Âyette önemli kısım yevm kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapça’da yevm kelimesi hem “vakit” hem de “gün” anlamına geldiği için burada belirli bir günün değil hac vaktinin tamamının kastedildiğini ileri sürenler olmuştur Taberî, X, 74. Fakat burada bir süre tanıma hükmünün bulunduğu ve sürenin başlangıcının muayyen olması gerektiği için bunu belirli bir gün olarak anlamak bağlama uygun düşer. Bu günün ise arefe veya bayram günü olabileceği söylenmiştir. Gerek haccın tamam olmasını sağlayan fiiller gerekse bu âyet uyarınca yapılan duyuruya ilişkin tarihî bilgiler Zemahşerî, II, 138 dikkate alındığında, buradaki maksadın bayram günü olduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir Taberî, X, 67-75. Âyette sözü edilen duyuru, sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken açıklandığı üzere, Hz. Ali tarafından yapılmıştır. Bunu, konuyla ilgili bazı rivayetler ve o günkü Arap âdetleri ışığında Hz. Ali’nin Ehl-i beyt’ten olması ile izah etmek mümkündür Elmalılı, IV, 2441. Fakat bazı Şiîler’in yaptığı gibi bu rivayetleri ve olayı ön yargılı bir yoruma tâbi tutarak bundan Allah’ın elçisine gelen vahiyleri tebliğ görevinin, dolayısıyla halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu sonucunu çıkartmak tamamen mezhep taassubuna dayalı bir yaklaşımdır Şiî tefsirlerinde tebliğ görevinin Ebû Bekir’e verildikten sonra ondan alınıp Ali’ye tevdi edildiği hususuna vurgu yapılır, bk. Tabersî, V, 8-9. Bu tür saptırılmış yorumlarla her ikisi de ilk müslümanlardan ve İslâm büyüklerinden olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin karşı karşıya getirilmesi, Resûlullah’ın önemi üzerinde ısrarla durduğu birlik beraberlik ruhuyla ve tarihî verilerle bağdaşmaz. Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirdiği ve hac esnasında tebliğ edilecek bu âyetlerin, onun yola çıkmasından sonra nâzil olduğu ortadadır. Böyle bir durumda Hz. Ali’nin bu iş için görevlendirilmesi gayet normaldir. Zira –onun diğer vasıfları yanında– Hz. Ebû Bekir’e göre daha genç olduğu, tebliğ işinin ise gür bir ses istediğini göz ardı etmemek gerekir. Yine unutmamak gerekir ki, bu âyetler indiğinde onları Resûlullah’tan öğrenip ezberleyen Hz. Ali’dir. Hz. Ebû Bekir’in bunları Hz. Ali’den öğrenip tam olarak ezberlemesi ve halka duyurması yerine doğrudan Hz. Ali’nin tebligatı yapması daha mâkuldür. Kaldı ki hadis kaynakları da, duyuru esnasında Hz. Ali yorulunca buyrukları Hz. Ebû Bekir’in tebliğ ettiğini haber vermektedir Ateş, IV, 32. Siyer kaynakları incelendiğinde, müslümanların putperestlere bu bildirimi yapabilecek duruma gelinceye kadar ne büyük haksızlıklara mâruz kaldıkları ve dayanılmaz acı ve eziyetlere katlandıkları açıkça görülür. Böyle bir mücadelenin sonunda büyük bir başarı elde eden tarafın, bütün beşerî istek, eğilim ve zaaflarını yenip karşı tarafa yeni fırsatlar tanıması kolay bir iş değildir. Fakat İslâmiyet’in temel hedefi insanlığı hidayete ve aydınlığa eriştirmek olduğu için Kur’an hemen bu muhtemel zaafların önüne set çekip karşı tarafa tövbe imkânı verilmesini istemektedir. Ardından, müşriklere tövbeye yanaşmadıkları takdirde müslümanlara savaş açma iradesi ortaya koymuş olacakları, fakat asla Allah’ı âciz bırakamayacakları tekrar hatırlatılmaktadır. İnkârcıların azabın dünyadakinden ibaret olmayıp asıl şiddetli azabın âhirette olduğunu bilmeleri için ve onların dünya görüşünü hafife alan bir üslûpla âyetin sonunda “İnkârcıları elem veren bir azapla müjdele!” buyurulmuştur Râzî, XV, 223. 4. âyette ahde vefâ ilkesinin önemine yeni bir vurgu yapılarak 2. âyette verilen genel sürenin ahdi bozanlarla ilgili olduğuna işaret edilmekte, müslümanlarla yaptıkları ahidlerine tam olarak riayet etmiş ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermemiş olan müşriklere antlaşmadaki süre doluncaya kadar mühlet verilmesi istenmektedir. Sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken belirtildiği üzere Hz. Ali tarafından özellikle ilân edilen dört husustan biri şu idi Verilen söz tutulacak. Resûlullah’ın tâlimatına binaen yapılan duyuru âyetteki bu hüküm hakkında duyarlı davranılmasını ve antlaşmayı bozanlarla ahdine vefâ gösterenlerin bir tutulmamasını sağlamayı hedefliyordu. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre, kalan en uzun süre Kinâne kabilesine bağlı bir kol ile yapılan antlaşmada yer alıyordu ve bu sürenin dolmasına dokuz ay kalmıştı Râzî, XV, 224; bu konuda ayrıca bk. âyet 7; bu müddet tamam olunca Arap yarımadasında özel antlaşması bulunan hiçbir müşrik kalmamış oldu. Âyetin sonunda Allah’ın müttakileri sakınanlar sevdiği belirtilerek ahde vefânın takvânın icaplarından olduğu da hatırlatılmaktadır. 5. âyette, haram aylar çıkınca artık müşriklerin sıkı bir takibe alınmaları gerektiği bildirilmiştir. Zira süre verilerek yapılan bildirimden sonra karşı tarafın ilân edilen yasak bölgede müşrik sıfatıyla varlığını sürdürmeye çalışması savaşı tercih etmiş oldukları anlamına gelecektir. Onlara bu aşamada toleranslı davranılması ise, inançlarının icaplarını yerine getirmelerine müsaade etme, dolayısıyla tevhid inancının sembolü olarak inşa edilen Kâbe’yi tekrar putperestliğin eline teslim etme sonucunu beraberinde getirirdi. Bu sebeple âyetteki buyruğa göre onların takibi konusunda asla gevşek davranılmayacak, geçit başlarını tutup gözetleme, muhasara altına alma, esir alma ve gerektiğinde öldürme dahil, Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her tedbir alınacaktı. Resûlullah’ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan dinden dönme hareketleri de, bu kesin tavır ve köklü icraatın ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fakat aynı âyete göre, onlara tövbe yolu açık tutulacak, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse, yani en azından dış dünyaya yansıyan davranışları itibariyle müslüman kimliği sergilerlerse onlara dokunulmayacaktır. Çünkü Allah’ın bağışlamasına ve rahmetine sınır yoktur. Râzî XV, 226 âyetin bu kısmında ince bir mâna bulunduğunu belirtip bunu şöyle açıklar Yüce Allah bu kimselerin lehine olan yolları daraltıp onları ağır cezalara müstahak saydıktan sonra, inkârlarından vazgeçerek tövbe edip namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleri halinde dünyada bütün bu felâketlerden kurtulmuş olacaklarını ifade etmiştir. O’nun engin lutfuyla âhirette de durumun böyle olacağını umarız. Zira tövbe, kişinin fikrî potansiyelini cehaletten, namaz ve zekât ise davranış potansiyelini insana yaraşmayan eylemlerden arındırması demektir. Bu da, tam anlamıyla mutluluğun bunların gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Yani onlar tövbenin ve sayılan amellerin hakkını verirlerse karşılığı dünyadaki kurtuluşla sınırlı kalmaz, Allah’ın lutfuyla âhirette de kurtuluşa erip kâmil anlamda mutluluğu yakalayabilirler. Burada dikkat çeken bir husus müşriklerin takibine ilişkin tedbirlerin mahiyeti ile ilgilidir. Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için “öldürme” son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiğinde diğer önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme zaten savaş sürecinin tabii sonuçlarından olduğuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi ise –muhtemelen– diğer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip İslâm’a girmemekle beraber İslâm’ı müslümanların içinde görüp öğrenmek, üzerinde düşünmek için fırsat ve bunu sağlayacak bir güvence verilmesini isteyen müşriklere bu imkânın tanınması istenmiştir. Bu anlayış Kur’an’ın öldürme konusundaki diğer ifadelerine de uygun düşmektedir. Zira Kur’an’da “öldürmek” anlamına gelen katl kökünden türetilmiş kelimelerin 170 defa kullanıldığı, fakat müslümanlara yöneltilmiş emir kipi olarak “uktulû” öldürün şeklinde sadece üç sûrede burada, Bakara 2/191’de ve Nisâ 4/89, 91’de geçtiği, bunların da doğrudan öldürmeye yöneltme anlamında olmayıp karşı saldırı ve savaş bağlamında yer aldığı görülür. “Haram aylar” el-eşhürü’l-hurum tamlaması ile bu sûrenin 36. âyetinde sözü edilen vuruşmanın yasaklandığı haram ayların kastedildiği kanaatini taşıyan âlimler bulunmakla beraber Taberî, X, 59-60, 78, 2. âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, burada maksadın 2. âyette verilen dört aylık süre, yani duyurunun yapıldığı hac gününden itibaren dört aylık müddet olduğu şeklindeki yorum Râzî, XV, 219-220, 225; Mevdûdî, II, 193 bu sûrenin getirdiği hükümlere ve ifade akışına daha uygun düşmektedir Zemahşerî de bunu “ahdini bozanlara dolaşmaları için verilen süre” şeklinde açıklamakta ve onun Taberî’den farklı düşündüğü anlaşılmaktadır, bk. II, 139. Genellikle müfessirlerce bu âyetin seyf kılıç âyeti olarak nitelenmesi ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmesi, çağımızdaki bazı müellifler tarafından eleştirilmiştir. Bunlardan Derveze, Taberî’nin bu âyetin antlaşması bulunan ve bulunmayan bütün müşrikleri kapsadığı kanaatinde olmasını yadırgayarak zikreder ve Kur’an’ın bu konudaki başka âyetleri ışığında âyete bu mânanın yüklenemeyeceğini savunur. Ona göre buradaki müeyyideler sadece antlaşmalarını bozmuş olan müşrikler hakkında söz konusudur ve müslümanların ahidlerini bozmadıkları veya hıyanet sayılacak davranışlarda bulunmadıkları sürece müşriklerle yeni antlaşma yapmaları veya mevcudu uzatmaları için bir engel bulunmamaktadır. Âyette müşriklerin serbest bırakılmalarının, şirkten tövbe edip namaz kılma ve zekât vermelerine bağlanması ise, antlaşmalarını bozmaları ve müslümanlarla savaş haline girmeleri neticesinde ikinci defa antlaşma haklarını kaybetmelerinden ötürüdür ve bu durumda müslümanların onlardan bunu talep etme hakları doğmaktadır; yoksa bu, dine girmeleri için zorlama anlamında değildir. Hatta müslümanların yararına olacağı kanaatine varılırsa ahdini bozanlarla ikinci bir antlaşma yapılmasına da mâni yoktur XII, 76-79. Bu âyetten, bundan böyle müşriklerle ilişkilerde diğer âyetlerde yer alan hüküm ve ilkelerin tamamen yok sayılmasının istendiği anlamının çıkarılamayacağı noktasında yazara katılıyoruz. Fakat kanaatimizce burada –yukarıda açıkladığımız amaç doğrultusunda– Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden temizlenmesi için özel bir düzenleme yapılmış olduğundan, âyetteki müeyyide müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikleri de kapsamaktadır. Bir başka anlatımla, bu sûrede yapılan bildirim İslâm tebliği bakımından bir dönemeç noktası oluşturmakta, müslümanlar için en kutsal mekân olan Beytullah çevresi müşriklere yasaklanmaktadır. Tevbe sûresinin tarihî çerçevesine dair bir makale kaleme alan Hüseyin Mûnis de bu sûrenin İslâm mesajının ilk muhatapları olan müşrik Araplar bakımından yeni bir dönemin başladığının habercisi olduğu, artık Câhiliye anlayışına bağlı ve putperest kalarak Kâbe’ye girmenin serbest olmadığı bir döneme geçildiğinin bildirildiği kanaatindedir “el-İtâru’t-târîhî li-sûreti Berâe”, Mecelletü Mecmai’l-luğati’l-Arabiyye, LXVII, 150, 151. Bununla beraber ahde vefâ ilkesinin İslâmiyet’te çok önemli bir yeri bulunduğundan, antlaşması olanlara –antlaşmalarını çiğnemiş bile olsalar– belirli bir süre tanınmakta, bu süreden sonra hangi gruptan olursa olsun müşriklerin bu mekândan uzaklaştırılmaları istenmektedir. Nitekim bu sûrenin 28. âyetinde bu husus kesin bir kurala bağlanmıştır ve Derveze de bu âyetin hükmünü –önceki âyetlerle bağlantısına dikkat çekmeye çalışmakla beraber– farklı yorumlamamaktadır XII, 104-107. Şu var ki, bu âyetlerde anılan amaç doğrultusunda kapsamlı bir düzenleme yapılmış olmasına rağmen, Resûlullah’ın herkes için rahmet olduğu gerçeği ve İslâm’ın hoşgörü anlayışı böyle kesin tavır almayı gerektiren bir durumda dahi hemen dikkat çekmektedir; zira 6. âyette Hz. Peygamber’den, verilen sürenin tamamlanmasından sonra bile olsa bir müşrik kendisinden himaye ve güvence isterse ona güvence verilmesi istenmiştir. Bu buyruğun 5. âyetin sonundaki yüce Allah’ın bağışlama ve rahmetine sınır bulunmadığını belirten ifadenin hemen ardından gelmesi manidardır. Âyetten anlaşıldığına göre böyle bir güvence sağlanmasının amacı, yeterli bilgi sahibi olmayan putperestlerden isteyenlere Allah’ın dinini daha yakından tanıma ve üzerinde düşünme fırsatı vermektir. Böylece 5. âyetin yanlış anlaşılması da önlenmiş olmaktadır. Zira böyle bir imkân tanınmasa, 5. âyette bir dayatmanın söz konusu olduğu ve sırf canını kurtarmak amacıyla tövbe etmiş görünmeye, dolayısıyla Müslümanlığın icaplarını sadece görüntüde yerine getiren riyakâr ve münafık insan tipinin gelişmesine kapı aralandığı yorumu yapılabilirdi. Ayrıca bu âyetten, verilecek güvencenin her türlü baskı ve kaygı ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olması gerektiği de anlaşılmaktadır. Çünkü âyete göre güvence verilen kişinin sadece Allah’ın sözüne muttali olması, yani İslâm dinini tanıması sağlanacak, asla baskı yapma yoluna gidilmeyecektir. Şayet bu imkân sağlandıktan sonra o kişi kendi tercihiyle baş başa kalmak istiyorsa sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, güvende olacağı yere kadar ulaştırılacaktır. İslâm’ın mahiyetini ve hakikatini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu aşamadan sonra ise bu kimseler artık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya yukarıda açıklanan gerekçeyi dikkate alarak kutsal bölgeden uzaklaşacaklar veya müslümanlara savaş ilân etmiş kabul edileceklerdir. Bu husus, bulundukları yerde öldürülecekleri hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğunu ve onun ötesinin –kural olarak– güvenli sayılacağını da göstermektedir. İslâm âlimleri bu âyetten, müslümanların, –kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile olsa– Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed’in peygamberliği konusunda delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah’ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle yükümlü oldukları sonucunu çıkarmışlardır. Yine bu âyetin yanı sıra Resûlullah’ın söz ve uygulamalarından, ister İslâm dinini yakından tanıma amacıyla isterse ticarî, turistik veya diplomatik bir amaçla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye müste’min verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesinin farz olduğu hükmüne ulaşılmıştır Elmalılı, IV, 2459. Âyetteki “Allah’ın kelâmını işitme” anlamına gelen ifadeden hareketle bazı müfessirler Allah’ın sözünün mahiyeti konusundaki tartışmalara yer verirler bk. Râzî, XV, 227-228; bu konuda bir değerlendirme için bk. GİRİŞ.TEVBE SURESİ TEFSİRİNİN TAMAMI İÇİN TIKLATINTevbe Suresi Ayet SayısıTevbe suresi 129 ayetten oluşmaktadır. Öyle yedi ayet vardır ki gökten ve yerden her türlü afete, belaya karşı okuyanın kurtulduğu söylenir. Bu ayetlerden bir tanesi Tevbe Suresinin 51. ayetidir. Kur’an-ı Kerim’in 9. Suresi olan Tevbe Suresi, Allah tarafından inanmayanlara gönderilen son önemli uyarıdır. İman etmedikleri takdirde karşılaşacakları durumları ve iman ettiklerinde de Allah’ın merhametinin anlatıldığı suredir. Kur'an-ı Kerim'in indiriliş sırası olarak 113. Suresi olan Tevbe Suresi 129 ayetten oluşur. Son iki ayeti hariç tamamı Medine'de, son iki ayeti ise Mekke'de indirilmiştir. Tevbe veya diğer bir ismi ile Berâe Suresi ismini, 104. Ayetinde bahsedilen Allah'ın kendisine samimi bir şekilde inanları ve tövbe edenleri affedeceğini bildirdiğinden alır. Bu sure ile ilgili önemli bilgilerden birisi de surenin başında "besmele" bulunmamasıdır. Tevbe Suresi 51. Ayet Tevbe Suresi 51. Ayet Okunuşu Tevbe Suresi 51. Ayetin Arapça okunuşu şu şekildedir Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ, hüve mevlânâ ve alâllâhi felyetevekkelil mu'minûn mu'minûne. Tevbe Suresi 51. Ayet Anlamı Tevbe Suresinin 51. Ayetinin Türkçe anlamı şu şekildedir De ki "Allah bize ne yazmışsa başımıza ancak o gelir, O bizim mevlâmızdır." Müminler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar. Tevbe Suresi 51. Ayet Tefsiri 50-51. âyetlerde münafıkların Resûlullah'ın ve müslümanların başına gelen kötülüklerden büyük sevinç duyduklarına değinildikten ve müslümanlardan ilâhî takdir ve Allah'a tevekkül konusundaki anlayışlarını onlara karşı bir daha açıklamaları istendikten sonra; 52. âyette müslümanların başına gelecek durumların münafıkların düşündüğü gibi olmayacağına dikkat çekilmektedir. Müminlerin bu konudaki teslimiyetlerini ve inançlarının derinliğini göstermek üzere bu husus yine onların ağızlarından şöyle açıklanmaktadır Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, her hâlükârda iki güzellikten biridir; yani ya Allah yolunda şehid olur, çok yüce bir mertebeye erişiriz, ya da savaşın sonunda sağ kalmışsak zafer sevincini yaşarız Taberî, X, 150-151; İbn Atıyye, III, 43-44. Müslümanların, iki sonuçtan birinin zafer olacağını böyle emin bir şekilde ifade etmelerinin istenmesi, şehitlik mertebesi yanında dünya hayatını hiçe sayarak savaşan askerlerin oluşturduğu bir orduya Allah Teâlâ'nın mutlaka zafer nasip edeceğine işaret sayılabilir. Bu âyetteki, Allah'ın münafıklara kendi katından bir belâ göndereceğine ilişkin ifade, daha çok dünyada başlarına getirilecek bir felâket şeklinde açıklanmış Taberî, X, 151; Zemahşerî, II, 156 olmakla beraber, burada âhiret azabına işaret edildiği de düşünülebilir İbn Atıyye, III, 44.

tevbe suresi 51 ayet türkçe okunuşu