Peygamber Efendimizin ve Ehli Beytinin hayatından hikâyeler Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu ile Dosta Doğru sezon boyunca izleyicilerine, Peygamber Efendimizin ve Ehli Beyti'nin hayatından çok özel, çarpıcı hikâyeleri paylaşmaya ve peygamberler tarihinden o döneme ait olaylarla ilgili bilgileri vermeye devam ediyor.
PeygamberEfendimizin Hadisi: Yorumları ve İncelemeleri - 1000Kitap. 4 günde. Puan vermedi. Öncelikle kitabın isminin neden Peygamberin Aynaları olduğu düşündüm. Aklıma şu kıssa geldi: Hâşâ huzurdan, “Yâ Muhammed ne çirkinsin. Senin gibi çirkin adam görmedim” diyen lânetli Ebû Cehil’e, Efendimiz
Peygamber Efendimizden kısa hadislerle sizleri başbaşa bırakıyoruz melekler. 1-İlmin afeti unutmaktır. 2-Temizlik imanın yarısıdır. 3- (Deveyi) bağla ve tevekkül et. 4-Oruç tutun, sıhhat bulun. 5-Namaz dinin direğidir. 6-Helal peşinde koşmak cihaddır. 7-Güzel söz sadakadır.
RecepTayyip Erdoğan. T. C. Cumhurbaşkanı. Sonpeygamber.info gibi Hz. Muhammed (sav) hakkında aydınlatıcı bilgiler içeren internet siteleri ve diğer akademik çalışmalar, özellikle de sundukları doğru bilgilerle batı toplumunun kalbine kasıtlı olarak yerleştirilen birtakım efsanelere/mitlere meydan okumaktadır.
PeygamberEfendimizin Peygamber Olmadan Önceki Hayatı. Peygamberimiz (s.a.v.) ‘in doğumu rivayetlere göre Fil Olayı’ndan 50 gün sonrasına rastlar. Yani Peygamber Efendimiz 20 Nisan 571 Pazartesi günü, kameri aylardan Rebiyülevvel ‘in on ikisi. Peygamber efendimizin doğduğu gece çeşitli olaylar gerçekleşmiştir.
cash. Peygamber Efendimizin Dürüst Kişiliği Peygamber Efendimizin Dürüstlüğü Hakkında Peygamber Efendimiz sav doğruluğu dürüstlüğü Hz, Muhammed yirmibeş yaşlarına geldiği zaman Mekke şehrinde onun dürüst ve namuslu bir genç olduğunu artık herkes biliyordu. Şehirde zengin ve dul bir kadın vardı; adı Hatice idi. Hemşehrileri, kendisine temiz ve tüccar kadın anlamına gelen "et-Tâciretüt-Tâhire" diyorlardı. İki defa evlenmiş ve her evliliğinden birer çocuğu olmuş olmasına rağmen hâlâ genç sayılırdı. Güzelliğinin şöhreti zenginliğinden daha az değildi. Mekke'nin ileri gelenleri tarafından defalarca evlilik teklifi almış olmasına rağmen hepsini geri çevirmişti. İlk vahyin heyecanından çok etkilenen ve dönüp evine geldiği zaman bile titremesi devem eden Hz. Peygamber, uykudan uyanıp kendine geldiği zaman, gördüğü şeyin kendisi için bir uğur ve beşaret mi, yoksa bir uğursuzluk mu olduğuna bir türlü karar veremezken, Hz. Hatice, ona"Korkma, Allah seni asla fenalığa terketmez. Olsa olsa sana iyilik eder. Çünkü hısım akrabana yardım edersin, aileni korursun, herkese doğru yolu gösterir, yetimleri kayırırsın. Sözün doğrusunu söylersin, emânete hıyanet etmezsin, felâkete uğrayanların yardımına koşar, fakir fukaraya iyilik edersin ve herkese karşı nazik ve saygılı davranırsın"dedi. Böylece bu hadisenin sevgili eşi için mutlaka bir hayır ve uğur olduğuna olan inancını dile getirdi. Kaba kuvvetin ve zorbalığın simgesi sayılan Ebu Cehil bile birgün ona karşı şöyle bir itirafta bulunmak zorunda kaldı ve dedi ki "Ey Muhammed, biz seni küçük yaştan beri yakından tanıyoruz. Şimdiye kadar hiçbir konuda yanlış yaptığını ve yalan söylediğini işitmedik. Dürüst ve iffetli biri olduğun için biz sana Muhammed'ül-Emîn adını verdik. Ayet diye okuduğun şeyler hakkında da senin yalan söylemediğini ve bu konuda samimi olduğunu biliyoruz. Fakat sana vahiy getirdiğini söylediğin o melek midir, nedir, o var ya işte o seni kandırıyor. Sakın ona aldanma, bu işten vazgeç!" Bunun üzerine inen âyette "İşte görüyorsun ya, onlar sana, yalancısın diyemiyorlar, fakat o zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" En'âm 6/33 buyuruluyor ve onun inkâr edilemez dürüstlüğü vurgulanıyordu. Peygamberimiz, dogruluk ve dürüstlügün en güzel örnegi idi. O, çocuklugundan itibaren dogruluktan ayrilmamis, hiç yalan söylememistir. Peygamberliginden önceki gençlik döneminde dogrulugu ve güvenilir kisiliginden dolayi kendisine, Muhammedül-Emin yani, Güvenilir Muhammed denilirdi. Düsmanlari bile onun dogrulugunu kabul etmis, kendisine yalanci diyememislerdi. Peygamberimizin en büyük düsmani Ebü Cehil Muhammed! Biz seni yalanlamiyoruz, san bizim kanaatimize göre dogrusun. Biz ancak senin getirdigini yalanliyoruz. Demis, bu söz Peygamberimizi üzmüstü. Bunun üzerine Onlarin söylediklerinin seni üzdügünü elbette biliyoruz. Aslinda onlar seni yalanlamiyorlar, fakat o zalimler, açiktan açigi Allahin ayetlerini inkar ediyorlar. Ayeti inmistir. Kureysin ileri gelenlerinden Haris b. Amir de söyle demistir. Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacagiz, bundan dolayi iman etmiyoruz. Ebü Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret amaciyla Sama gittigi zaman Bizans Imparatoru Onu kabul etmis ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazi sorular sormustu. Bu sorulardan birisi de söyle idi Peygamberlik iddiasinda bulunan bu zatin, daha önce hiç yalan söyledigini duydunuz mu? Ebü Süfyan Asla, yalan söyledigini hiç duymadik, diye cevap vermistir. Bunun üzerine Imparator Size peygamberlik iddiasinda bulunan bu zatin evvelce hiç yalan söyleyip söylemedigini sordum. Onun hiç yalan söylemedigin ifade ettiniz. Sayet bu zat Allah hakkinda yalan söylemis olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, demis ve Peygamberimizin dogrulugu sebebiyle gerçekten peygamber oldugunu ifade etmistir. Peygamber oldugu zaman Mekkede halkini Islama davet için toplamisti. Safa tepesine çikarak orada toplananlari Ey Kureys halki! Size bu dagin arkasinda bir düsman ordusunu geldigini söylesem bana inanir misiniz? dedi, orada bulunanlar Hepimiz inaniriz, çünkü sen ömründe yalan söylemedin diye cevap verdiler. Bu toplulugun içinde Peygamberimizin en azili düsmanlari da vardi. Onlar da Peygamberimizin dogrulugunu itiraf etmislerdi. Peygamberimiz, kendisi dogru sözlü oldugu gibi bizim de dogru olmamizi ve yalanciliktan sakinmamizi istemis ve söyle buyurmustur. Dogruluktan ayrilmayin. Zira dogruluk iyilikle beraberdir. Dogru ve iyi olanlar cennettedirler. Yalandan kaçinin, çünkü yalan kötülükle beraberdir. Yalan söyleyen ve kötülük edenler de cehennemdedirler. O, yalandan hiç hoslanmaz, yalancilari sevmezdi. Peygamberimiz çocuklari kandirmak için yalan söylenmesini de iyi karsilamamistir. Abdullah b. Amr diyor ki Peygamberimiz bir gün evimizde bulundugu bir sirada annem bana Gel sana bir sey verecegim diye çagirdi. Peygamberimiz anneme Çocuga ne vermek istedin? Diye sorunca annem Hurma verecegim, diye cevap verdi. Bunun üzerin Peygamberimiz Egen onu aldatip bir sey vermeseydin, sana bir yalan günahi yazilirdi. Buyurdu.
~Merhaba~Hz. Muhammed sabrı İle örnek olur biz çocuklara. Sabır , en çok çocuklu yaşlarda zorlu olur. Çünkü , çocukların hazneleri daha gelişmediğinden bu onları heyecana iter. Ve sabır heyecanı barındırmaz. Hz. Muhammed pek çok yönüyle örnek olur sabıra. Sabır denilince aslında akla ilk onun gelmesi gerekir. Hz. Muhammed açık davete başladığı dönemde müşrikler ona taş atarlardı. Hatta öyle bir hal alırdı ki bu durum bir ara , Hz. Muhammed namaz kılarken üzerine tam net olmasa da ya dışkı ya da hayvan organları bırakmışlardı. Ve buna rağmen o , onlara hala hayırlı dualar ederdi. Asla beddua ermezdi. Hz. Muhammed 'in taif'e yolculuğu sırasında taşlanmıştı. O sırada ALLAH Cebrail İle bir vahiy indirmiştir ;" Ya Muhammed ! istersen taif halkını şuracıkta taşlara gömelim. "Fakat Hz. Peygamber ;" Hayır ! Olurda belki içlerinden iman edenler çıkar. " , demişti. başarılarbeyazhayallerBJK1903
Peygamberimizin hayatı kısaca İÇERİK BİLGİPeygamberin Doğumu ile Gelen MucizelerHz Muhammed’in Peygamber OluşuHicret OlayıPeygamberimizin Yaptığı SavaşlarHz Muhammed’in VefatıPeygamber Efendimizin Mucizeleri Peygamberimizin hayatı kısaca anlatacağız inşallah. Hz Muhammed 571 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Doğmadan önce babasını, doğduktan sonra 6 yaşındayken annesini kaybetti. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine, dedesinin adı Abdulmuttalip’tir. Dedesinin himayesinde büyürken dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Talip’in himayesine girdi. Peygamberimiz küçük yaştan itibaren ticarete atıldı. O dönemde yaygın olan puta tapma geleneğine karşı çıktı. İnsanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü ve adaletinden dolayı EL EMİN sıfatını aldı. Ki bu sıfat Peygamberimizin hayatı içinde ene önemli sıfatlardan biridir. 25 yaşına geldiğinde Hz Hatice ile evlendi. Hz Hatice’den 6 çocuğu oldu. Çocuklarına Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatima isimlerini verdi. Kasım ve Abdullah çok küçük yaşta kaybetti. Peygamberin Doğumu ile Gelen Mucizeler Peygamberimizin hayatı incelendiğinde ve dünyaya teşrif ettiğinde pek çok mucize gösterdiğini görüyoruz. Doğumu anında çıkan bu mucizeler onun peygamberliğine işaret etmekte olup, şunlardır Hz Âmine hamileliği ve doğumu sırasında hiçbir sıkıntı çekmemiştir. Dünyaya gelirken doğu ile batı arasını aydınlatan bir nur ortaya çıktı. Peygamberimiz dünyaya geldiği anda şeytan o gün hiç olmadığı kadar büyük bir çığlık koparmıştır. Semâve Vadisini su bastı. Kisrâ’nın sarayından 14 sütun yıkıldı. İran tapınaklarında bin yıldan beri hiç sönmeden yanan ateşler söndü. Hz Muhammed’in Peygamber Oluşu Peygamber efendimize sav 610 yılında Hira Mağarasında ilk vahiy geldi. İlk vahiy emri vahiy meleği Cebrail tarafından iletildi. İlk vahiy ise Oku emri oldu. Böylece Peygamberimizin hayatı içinde peygamberlik vazifesi 40 yaşında verilmiş oldu. Peygamberimize ilk önce eşi Hz Hatice ve kızları iman etti. Daha sonra Hz Ali, Zeyd Bin Harise ve Hz Ebubekir iman etti. Hicret Olayı İlk Müslümanlar Mekkeli putperestler tarafından alay, hakaret ve eziyete uğradı. İslam ilk yıllarda daha çok fakir ve köle insanlar arasında kabul gördü. Böylece Müslümanların sayısı gün geçtikçe artmaya başladı. Bununla beraber Müslümanlara yapılan eziyet ve zulüm artınca Allah’ın izni ile peygamberimize ve ashabına hicret izni çıktı. Peygamberimiz ve ashabı 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etti. Bu göçe tarihte HİCRET denir. Mekke’den Medine’ye göç edene MUHACİR, Göç eden kişilere kapısını açıp ev sahipliği yapan kişilere de ENSAR denir. Hicret esnasında peygamberimize Hz Ebubekir yol arkadaşı oldu. Hicret ile birlikte Medine’de İslam Devleti kurulmuş oldu. Peygamberimizin Yaptığı Savaşlar Hicret’ten sonra müşrikler Müslümanlara saldırmaya devam etti. 624 yılında müşriklerle Bedir Savaşı yapıldı. Bu savaşı müşrikler kaybederken Müslümanlar kazandı. Bedir’i kaybeden müşrikler Bedir’i geri almak için 1 yıl sonra 625 yılında Uhud Savaşı yaptı. Uhud savaşını peygamberimizin sav görevlendirdiği okçuların görev yerini terk etmesi üzerine müşrikler kazandı. Uhud savaşında Hz Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit oldu. Uhud savaşından sonra iki tarafta birbirine üstünlük sağlayamadı. Müşrikler büyük bir güç toplayarak Medine’ye yürüdü. Bunun üzerine Medine çevresine Hendekler kazıldı. 627 yılında yapılan bu savaşa kazılan hendeklerden dolayı Hendek Savaşı denilmiştir. Hendek Savaşını Müslümanlar kazandı. Müşrikler bu savaşta da büyük bir hezimete uğradı. 628 yılında Hudeybiye Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile birlikte müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanımış oldu. 628 yılında Heyber peygamber efendimiz tarafından fethedildi. Böylece Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçmiş oldu. Müslümanlar 629 yılında ilk kez Bizanslılar ile savaştı. 630 yılında ise savaş dahi olmadan Mekke Müslümanların eline geçti. Hz Muhammed’in Vefatı Hz. Muhammed son kez Müslümanlarla birlikte 632 yılında hacca gitti. Son kez gittiği bu hacca tarihte VEDA HACCI denir. Veda haccında peygamberimiz 100 bin Müslüman’a hitap etti. Peygamberimiz 623 yılında Medine’de vefat etti. Peygamberimizin kabri bugün Medine’de Ravza-ı Mutahhara’da bulunmaktadır. Peygamber Efendimizin Mucizeleri Her peygamberin olduğu gibi Peygamberimizin hayatı içinde de mucizeleri oldu. Hatta denilir ki onun mucizesi 1000 den fazladır. Peygamberimizin mucizelerinden bazıları şunlardır Bir gece kısa bir süre içinde Mescid-i Harâm’dan, Mescid-i Aksâ’ya gitmesi Ayın 2 parçaya ayrılması Taşın Hz. Peygamber’le konuşması Hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber’in minbere çıkışında sonra inlemesi Hayber fethinde bir Yahudi kadın Peygamberi öldürmek için ona kızartılmış zehirli koyun eti sunulduğunda, kendisinin zehirli olduğunu koyunun söylemesi Bu yazımızda amacımız kısaca Hz. Peygamberimizin hayatı anlatmaktı. Elbette ciltlerle yazı yazılsa yazılır. Zira onun hayatının her anı ve devresi bize örnektir, ve kıymetlidir.. Bize düşen ise onu tanımak bilmek ve getirdiklerine onun gösterdiği gibi iman etmektir vesselam.
Peygamberimiz nasıl bir babaydı örnek?Peygamberimiz Hz. Muhammed [ iyi ve müşfik bir baba idi; çocuklarına samimi ve içten bir sevgi besliyor, yeri geldikçe bu sevgisini izhar ediyordu. … Bu sebeple kendi çocuklarına ve bütün çocuklara iyilik, takva ve ahlâkî mükemmellik gibi ebedî değerleri miras hikayelerine ne denir?Kıssa kelimesinin birçok anlamı bulunmaktadır. Dini olarak geçmişten ders çıkaran hikayelere denir. … Dini terim olarak, geçmişte yaşamış peygamber ve kavimlerin ders verici hikayelerine denir. Kıssa kısaca hikaye anlamına Efendimizin doğumu çocuklara nasıl anlatılır?-Çocuklarla şakalaşmasına örnek olarak; bazen dil çıkartıp kovadan mübarek eliyle aldığı suyu püskürtmesi ya da çocukların ayaklarını kendi ayakları üstüne koyup onları göğsüne çıkarır omzuna alıp havaya kaldırması anlatılabilir. -Peygamberimizin çocuk sevgisi ve merhameti Efendimizin kaç tane çocuğu var?Peygamberimizin Çocuklarının İsimleri Hz. Muhammed'in Hz. Hatice'den altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Bu çocukların isimleri doğum sırasına göre; Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah' Muhammed nasıl bir baba?Sevgisini kimi zaman şefkatle yanaklarını okşayarak, kimi zaman c!a ellerinden tutarakdillendirirdi. Ve sözcüklerle desteklerdi ellerinden tutar ve sevgisini tanımlardı. "Ciğer köşem!" derdi. Çocuklarını hiç onun kadar seven bir baba Muhammed bir baba olarak nasıl biriydi?'Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım' sırrına mazhar olan efendimiz, şefkatli bir baba, merhametli bir dede, ideal bir kayınpeder, kararlı bir ordu komutanı, adil bir devlet başkanı, kuşatıcı bir toplum önderi ve hepsinden daha önemlisi, Allah'ın son peygamberiydi. Sevgi ve rahmet hikayelerine ne denir?Edebiyat, sanat, siyaset, ticaret vb. alanlarda haklı bir üne kavuşmuş, tanınmış insanların hayatlarını, eserlerini, başarılarını okuyucuya duyurmak amacıyla yalın bir dille, tarafsız bir görüşle yazılan inceleme yazılarına hayat hikâyesi biyografi denir. … Açık, sade bir dil kullanılır.
Peygamberimizin hayatı kısa Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teala tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan 12 Rabiulevvel 571 Pazartesi günü Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber’in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib Medine’de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benü Zühre’nin reisi Vehb b. Abdümenaf’ın kız idi. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime’nin yanında iken vuku bulan “Göğsünün yarılması” Şerhu’s-Sadr veya Şak-ku’s-Sadr olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber’in göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem’le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, ruhen davete hazırlanmış oluyordu. Şerhu’s-sadr olayından sonra süt anne Halime tarafından Mekke’ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine’nin yanında kaldı. Amine, Medine’de bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke’ye dönerken henüz Medine’den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Amine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed’in babası Abdullah’la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib’e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebû Talib’in yanında kalmıştır. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam’a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib, İslam kaynaklarına göre Hz. Peygamber’deki özelliklere bakarak O’nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine varmıştı. Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke, dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve adetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Büvane’ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, adet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak için sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O’na putlara tapmak için her harhangi bir ısrarda bulunmadılar. Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi arasında Ficar Harbi vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O’nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü’l-Fudul ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zalimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü. Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed’i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed’in amcası Ebû Talib’in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber’in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice’den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O’na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber’in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebu’l-Kasım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber’in Tayyib ve Tahir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah’ın lakabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mariye’dendir. Hz. Peygamber’in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazen ortaklık yoluyla, bazen müstakil olarak ticaret yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, adil ve alicenab davranışları, herkes hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlakî olgunluk ve ruhî üstünlükleri ile derhal temayüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine “el-Emîn = güvenilir kişi” lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber’in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru’l Esved’in yerine konması meselesinde Mekke Sülaleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temayülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde çözmesi, O’na duyulan güveni daha da artırmıştı. Allah’ın mukaddes evi Kabe’nin tamiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed’de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O’nda bu yıllardan itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlaksızlıklar, din adına icra edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed’in böylesi cahilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke’den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenab-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O’nun gücü karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teala’nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, içtimai, ahlakî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet, günleri Hz. Peygamber’i ruhi, ahlakî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi. Peygamberliği ve Mekke Dönemi Böylece kendisine verilecek ilahî risalet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenab-ı Hakk’ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrail O’na ilk vahyi, Alak Suresi’nin ilk beş ayetini getirdi. Artık Allah’ın Rasülü, insanları hak din olan İslam’a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek kabiliyette olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı, ilk önce O’nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebubekir, çocuklardan Hz. Afi, azadlı kölelerden Zeyd b. Harise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebübekir’in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebî Vakkas, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Sa’id b. Zeyd, Abdullah b. Mes’ud gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslam’ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslam, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sade, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslam’ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslamiyet cihanşümul bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saadetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber’in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslam’a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslam davasına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faaliyetini genellikle davet merkezi edindiği Daru’l-Erkam’dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın Kabe karşısında Safatepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk Müslümanlardan bir çoğu İslam’ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber’in eğitimine burada mazhar olarak İslam’ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslam davasına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak dava uğrunda fedadan çekinmeyen sadık, vefalı ve ihlaslı bir kadroyu oluşturmakla meşguldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslam davasının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu. İşte Hz. Peygamber İslam davası etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibaren İslam’ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslam’ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber’e ve İslam’a samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız Müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen Müslümanların Habeşistan’a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında Müslümanlardan birer grup l. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli Müslümanların böylece Mekke haricine İslam’ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenab-ı Hakk’ın yardım ve inayeti sebebiyledir ki İslam’a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Mesela azılı müşriklerden Ebû Cehil’in bizzat Hz. Peygamber’e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibara sahip olan Hz. Hamza’nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Daru’n-Nedve’de alınan Hz. Peygamber’i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattab, Hz. Peygamber’i öldürmek üzere O’nu ararken aslında ayakları onu hidayete sevkediyor ve Ömer’in gücü islam saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza’nın ve Hz. Ömer’in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhacirlerinden bir kısmı Mekke’ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehalet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslam’ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, batıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem Müslümanlar, hem de Müslümanları koruyan Haşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhasaraya maruz kaldılar. Mekkeliler ne Müslümanlarla, ne de onları koruyan Haşimoğulları ile hiç bir münasebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alışverişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu kararı yazdıkları sahifeyi Kabe’nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhalefet eden, hem vatana, hem de dine ihanet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette Müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhasara kaldırıldığı vakit Müslümanlar sevinme imkanı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Talib’i ve eşi Hz. Hatice’yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullah’ın üzüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı adını verdiler. Özellikle Ebû Talib’in vefatı, Hz. Peygamber’in Mekke’de İslam’ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Talib’in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslam’ı tebliğ etmek adeta imkânsız hale geldiğinden Hz. Peygamber, İslam’ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile birlikte bir gün gizlice Taif’e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muamele Hz. Muhammed’in derhal Mekke’ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyasi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir eman ve himaye altında girmek gerektiğine kanaat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut’ım b. Adî’nin himayesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi. Yıllar boyu Mekkelilerin İslam’a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhasara olayı, ardından Ebû Talib’in ve Hz. Hatice’nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber’in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına maruz kalması, bunu takiben de Taif halkının horlayıcı tavrı, her ne kadar Allah Rasulünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O’nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber’i sevindirecek ve Kur’an’dan sonra en büyük mucizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenab-ı Hak, Rasulünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O’nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç mucizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke’den Kudüs’e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi alemi, Cennet ve Cehennem’i müşahede etti. Böylece ruhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükafaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke’ye döndü. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber İslamî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslam’ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke’ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nazik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine’nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber’le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O’na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslam’ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazreçli oniki kişilik bir heyet yine Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşup O’na bey’at ettiler, l. Akabe bey’atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslam kadrosunun ilk elemanlarından Mus’ab b. Umeyr’i davetçi olarak Medine’ye gönderiyordu. Mus’ab’ın Medine’de bir yıl süreyle yaptığı faaliyet öylesine verimli olmuştu ki İslam’ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasulünü şehirlerine buyur edip O’nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvama erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine’den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe’de Hz. Peygamber’le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey’atı’nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber’i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı, işte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslam tarihinde “Akabe bey’atları” adı verilmiştir. Hicret ve İslam Devleti Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber’in izni ile Ashab-ı Kiram gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkan bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine’de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegane kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed’in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrası için hazırlıklar yapılırken Cebrail vasıtasıyla durumdan haberdar olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir’le önceden hazırladığı plan gereğince geceleyin Mekke’yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine’nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensar ve Muhacirun’un O’nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşa ettirdi. Kuba’ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Ranuna adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezahürat, sevgi ve saygıyla Hz. Peygamber’i karşılıyor, şehirilerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi haline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hane-i saadetleri inşa edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Halid b. Zeyd el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldı. Böylece Hz. Peygamber’in hayatında ve davet faaliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine’de Hz. Peygamber, İslam’a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslam’ın bağımsızlığı ve hakimiyetini ilan edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslam cemaatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hakimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine’ye hicretin ilk günlerinden itibaren O’nun davet merhaleleri arasında “devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslam devleti’nin idare merkezi, hükümet binası, harp karargahı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid’i inşa etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslam cemaatının bütün İslamî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilan değil, aynı zamanda İslam hakimiyetini aleme haykıran bir sembol ve şiar idi. Komşu devletlerle münasebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber’in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensar’dan bir kişi ile muhacirun’dan bir kişinin bir araya getirilerek İslam topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muahat, başka bir çok faydaları yanısıra İslam Devleti’nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanların olduğu kadar Medine’de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber’in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslam’ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu. Hz. Peygamber, planlı ve sistemli bir şekilde İslam devletini teşekkül ettirmek için içte bu tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslam varlığını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslam’ın yayılmasına imkan hazırlamak üzere Hz. Muhammed, çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada Müslümanlar Mekke’de evlerini barklarını, mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslam’a kin ve husumetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faaliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine’deki Yahudi ve münafık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslam’a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine’deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Cabir el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine’nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kürz b. Cabir’i takibe çıkmış, bu tür tecavüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü. Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber tarafından takip altına alınması, Kureyş’ir harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vuku buldu. Bedir harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslam devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber’in İslam devleti’nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan hürriyetlerini tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları’nın serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı öldürmeleri, Medine’den onların sürülmeleri neticesini doğurdu. Böylece İslam devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu. Bunu izleyen yıllarda vuku bulan ve islam tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği Uhud , Benu’n-Nadir, Benül-Mustalık, Hendek, Benü Kureyza Hayber, Mekke fethi, Huneyn, ve Tebük gibi büyük gazveler başta olmak üzere Hz. Peygamber’in bütün seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep İslam devletinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca bütün bu seferler ve muharebeler, Hz. Peygamber’in eşsiz bir komuta gücüne, büyük bir sevk ve idare kabiliyetine, ölçülmez bir cesaret ve şecaata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber’in hadislerinde “…Ben rahmet Peygamberiyim, ben harp peygamberiyim” ibn Hanbel IV, 395; V, 405 şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında sulhu harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber’in duyduğu sulh arzusu, hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş’le imzalanan Hudeybiye Musâlahası’nda Kureyş’in ileri sürdüğü, ilk bakışta Müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hatta Hz. Ömer’in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashabı kiram tarafından “zillet” gibi kabul edilen bir takım şartlar O’nun kabulünü gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış anlaşması “apaçık bir fetih”olmuştu el-Fetih-48/1 ayetinde bu hususa işaret olunmaktadır. Bu barış sayesindedir ki Kureyş’in İslam’a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslam saflarında yer almaya başladı. Yine bu musalaha sayesindedir ki, İslam’ın sesi baştan başa Arap Yarımadası’na ulaştığı gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletildi ve cihanşümul İslam daveti hızla ilerlemeye başladı. Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke’nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla İslamiyet kabul etmeleri sebebiyle Müslümanlara hac etme imkanı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası’nda hala mevcut müşrik Araplar da kutsal bir ibadet sayarak Mekke’ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında cahiliye adetlerini irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebubekir’i hac emîri tayin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere Medine’den yola çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber’e Tevbe Berâe Suresi’nin ilk otuz altı ayeti nazil oldu. Bu ayetler müşriklere verilecek bir ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği, eskiden cahiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kabe’nin çırılçıplak tavaf edilmesi adetinin kaldırıldığı; İslam devleti ile andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği, antlaşma süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya Müslüman olmak ya da İslam’a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları, antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu mühletin sonunda bu kabilelerin de ya Müslüman olmayı ya da İslam’a düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu hükümler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik Araplara, Hz. Peygamber’in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber’in gönderdiği İslam’ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslam’ı kabul ettiklerini bildirerek İslam devleti’nin hakimiyetine girdiler. Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslam dinini ve islam hakimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası’na ulaştırmış, görevini layıkıyla yerine getirmiş oluyordu. Tamamlanan İslam İnkılabı ve Hz. Peygamber’in Vefatı Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini gayet mükemmel hesap eden ve planlı bir strateji uygulayan Hz. Muhammed, yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tarihte eşine rastlanılmayacak büyük bir inkılabı gerçekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik görevine başladığı zaman yapayalnızdı, güçsüzdü, maddi imkanları yoktu. Buna mukabil, mücadeleye giriştiği toplum, tasavvur edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve ibadetleri son derece mantıksız ve gülünçtü; ahlak telakkileri müptezeldi; hak, adalet anlayışları zulmün göstergesiydi; menfaatler her şeyin üstünde tutuluyordu. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber’in yılmadan yorulmadan, büyük bir azim ve iştiyakta yürüttüğü İslam daveti, yirmi üç senede öyle bir sonuç verdi ki; artık o dönemden “Asr-ı Saadet” “Saadet asrı” diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gerçekleştirdiği bu büyük inkılabın heyecanı ve görevini layıkıyla yapmış olmanın huzur ve mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke’de topladığı zaman, genellikle kabul edildiğine göre, etrafında sahabi vardı. Bu hac, Hz. Peygamber’in son haccı olduğu için ve yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashabına veda ettiğinden “veda haccı” diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz, muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o güne kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini öz ve veciz ifadelerle, etrafını çevreleyen ashabının şahsında bütün ümmetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden “Dinin artık tamam olduğu” mesajını alıyordu el-Maide, 5/3. Hz. Peygamber, Veda haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra Üsame b. Zeyd komutasında bir orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç komutanını çağırarak gerekli talimatı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber’in başlayan rahatsızlığı gün geçtikçe şiddetlendi ve O’nu bîtab bir şekilde yatağa düşürdü. Hastalığının ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp ashabına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam üzeri geçirdiği bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından itibaren imamlık, Hz. Peygamber’in emri ile Hz. Ebûbekir’e havale edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk vaktinde de Kelime-i Tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla”… Yüce dosta!” diyerek Rabbine kavuştu. Hz. Peygamber’in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali, Hz. Abbas, Abbas’ın oğlu Fazl, Üsame b. Zeyd gibi yakınları yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebubekir’in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz. Peygamber’in vefat ettiği Hz. Aişe’nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashab-ı kiram grup grup gelerek Rasul-ü Ekrem için cenaze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde kılınan cenaze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz. Peygamber’in naşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi. Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi. Peygamberimizin hayatı kısa
peygamber efendimizin dürüstlüğü ile ilgili kısa hikayeler